Lars von Trier’ın ‘Nymphomaniac/ İtiraf–Aşkı Unut’da çıplaklık  çoğu, ateşli tabirinin tam tersi, buz gibi bir yerde duruyorlar...

YASAKLI FİLM NYMPHOMANIAC İSTANBUL FİLM FESTİVALİ

Lars von Trier’i, bütün manyaklığına rağmen ya da tam da o yüzden severim. Milleti eğlendirdiğini sanır ve palyaçoluk yaparken, istenmeyen adam konumuna düşebilmesindeki dramda bana dokunan bir şeyler var. Tabii ki şaka yapayım derken, kaka yaptığını unutmuyorum ama “Nazi”liğini hiç ciddiye almıyorum. Trier’in her tarafı Nazi olsa ne yazar? Cannes’da o basın toplantısında Trier kendisini ciddiye almıyordu ki biz alalım. Öte yandan Trier’in çok yetenekli bir yönetmen olduğunu düşünüyorum.

‘İSTENMEYEN ADAM’
Ama Trier’in katıldığı son Cannes Festivali’nde istenmeyen adam ilan edilmiş olması, sinemasını kötü etkilemiş. Nemfoman, Trier’in en uslu, filmlerinden biri. Filmin Brechtyen yanları var: Epizodik yapısı, anlattığı hikãyenin uydurukluğuna dikkat çekişi gibi. Fakat bütün oyunbazlığına rağmen yine de ders veren bir havası da var. Arada sırada yönetmen sanki doğrudan seyirciye ya da eleştirmenlere sesleniyor: “Anti-semitizm ile anti-siyonizm farklı şeylerdir!”. Antichrist’la Nemfoman arasında birçok benzerlik var. Çocuğun balkondan düşme sahnesi, bu kez mutlu sonla bitiyor mesela. Antichrist’taki psikolog kocanın yerini bu kez başka bir rasyonel erkek alıyor. Sanki çok uzun bir psikanaliz seansı gibi yapılanmış Nemfoman. Melankoli’deki soğuk ve uzak annenin bir versiyonu da bu filmde var. Bu senenin annesinden nefret eden genç kızlar listesine bir çentik daha atıyoruz (diğerleri arasında “Genç ve Güzel”, “Geçmiş” ve “Aile Sırları” var).

EROTiK SAHNELER ÇOK AZ
Fakat Nemfoman’ı bir kez daha izlemeden uzun uzadıya yazmak istemiyorum. O da ne zaman olur bilmiyorum çünkü filmi yasakladılar. Filme uslu dedim ama sansürcüler aynı düşünmediler. Onlara göre cinsel organların görünmesi, hele hele birbirlerine temas etmeleri, bağlamı ne olursa olsun müstehcen bir şey. Nemfoman’da da pipiler, kukular gırla gidiyor. Ne çirkin yaratıklarmışız dedirtene kadar, cinsel organa boğuyor bizi Trier. Filmin erotik denebilecek anları çok az. Hatta seks çoğunlukla, mekanik, duygusuz ya da komik bir eylem olarak tasvir ediliyor.  Jane Campion’un “Piyano” filmindeki çorabın kaçığı ndan görülen ten parçası, Nemfoman’da kabak gibi sergilenen cinsellikten çok daha seksi. Bu vesileyle biraz erotizm ve çıplaklık üzerine neler söylenmiş, bakalım.

‘ÇIPLAK KALINCA İFFETLİSİNİZ’
Roland Barthes bir makalesinde striptizin büyük bir çelişki içerdiğini söylüyor. Gizem duygusunu yaratanın giysi olduğunu ve kadın tamamen çıplak kaldığında gizemin yok olduğunu, kadının cinselliğinden arındığını ve de seksüelize edildiğini düşünüyor. Hatta, “suni” giysiden kurtulup doğal konumu olan çıplaklığa ulaştığında kadının tamamen iffetli bir hale kavuştuğunu iddia ediyor. O halde çıplaklığın bir heyecan yaratması için bir beklenti, bir gelecek olması lazım. Bir gizem içermesi lazım diyebiliriz belki.

BERGER’DEN ÇIPLAKLIK VE NÜ
John Berger’in “Görme Biçimleri” kadına bakışa dair en çok gönderme yapılan kitaplardan biridir. Berger kadın erkek farklılığı üzerine şunları söylemiş: “Erkekler kadınların hayalini kurar, kadınlar kendilerinin erkekler tarafından hayal edildiğinin hayalini kurar. Erkekler kadınları seyreder, kadınlar seyredilen kendilerine bakar.” Bunlar kuşkusuz gerçeklik payı hayli yüksek sözler ama kadınların erkeklerin hayalini kurmadığını, erkekleri seyretmekten zevk almadığını ima ediyor gibi. Ki bu görüş doğru değil. Artık kadınlara hizmet veren, erkeklerin soyunduğu ve kadınların seyrettiği birçok striptiz kulübü var. Kadınlar sosyal hayatta ne kadar erk sahibi oluyorsa o kadar erkekleşiyor gibiler.
Fakat Berger’in çözümlemesini yaptığı alan daha çok klasik resim, striptiz kulüplerinin öncesine dair. Berger, çıplak ile nü arasında da bir ayrım yapıyor. “Çıplak” diyor, “insanın kendisi olmasıdır. Nü olmak ise başkaları tarafından çıplak görülmek ama kendisi olarak görülmemektir. Kişinin kendisi olarak değil bir obje olarak görülmesidir… Deri, sergilendiğinde bir kostüm olur.”


BİZ O YASAK MEYVEYİ YEDİK
Aklıma yine bir soru geliyor: Giyinikken kendimiz olarak mı görülüyoruz? Berger analizinde Batı resim sanatına bakıyor ve bir örüntüyle karşılaşıyor. Çıplak kadınlar tablodan dışarıya, sahiplerine ya da seyircilerine bakıyorlar. Bir teslimiyet ve pasiflik içindeler. Kendilerine bir şeyler yapılmasını bekliyorlar.
Moda ile nü olma hali, çıplaklıkla nü olma halinden daha yakındır birbirine. Moda dekore edilmiş bir nü sunar, süslenmiş bir nü. Çıplaklık ise insanın doğduğundaki halinin bir devamıdır, kendisidir. Ama bunca yüklü bilincimizle bir çıplağı çıplak olarak görme şansımız hâlâ kalmış mıdır? Çıplak kişi, nü olarak algılanmama ya da nü olarak algılandığını düşünmeme şansına sahip olabilir mi? Adem’le Havva, bilgi ağacının meyvesini yemeden önce bu mümkündü ama o meyveyi yedik. Artık çıplaklığımızın hep farkında olacağız.
Berger’ın çıplak ve nü kavramlarını sinemaya uygulamak çok zor görünüyor. Seyirciye bakan bir film karakteri, 4. Duvarı ihlal eder, röntgenciyi röntgenlerken yakalanmış hissettirir. Film karakterleri seksi olmak istiyorlarsa resimdeki kadınların aksine seyirciler/sahiplerine bakmamalıdır. Resmin donmuş halinde seyirci bakarken, görülmediğinden emindir. Oysa filmde hareketli  nesneler filmden çıkıp gelecek gibidirler. Trenin gara gelişinde seyircinin yaşadığı ilk panik hâlâ bir şekilde varlığını sürdürür. Artık trenin üzerimize çıkmayacağını biliyoruz ama perdedeki insanlarla göz göze gelmeye hâlâ hazır değiliz.
Çıplaklığımızın hep farkında olsak da ve artık Adem’le Havva’nın elmayı yemeden önceki haline dönme şansımız olmasa da, kimi yönetmenler çıplaklığı demistifiye etmeye çabalarl. Lars von Trier de Nemfoman’da böyle bir şey yapıyor. Nemfoman yoğun çıplaklık içerdiğinden kaçınılmaz olarak erotik heyecan veren sahneler de içeriyor. Ama filmde çıplaklık olan sahnelerin çoğu, ateşli tabirinin tam tersi bir yerde, buz gibi bir yerde duruyorlar. Filmde Jamie Bell’in canlandırdığı sadist, mesela sanki bir devlet memuru, sanki bürokratik bir işlemi yerine getiriyor. Kadınları kabul ettiği mekânı sanki bir devlet dairesi gibi. Film belki de bu yüzden yasaklanmıştır; devlet daireleriyle sadizm arasındaki ilişkiyi ortaya çıkardığı için.

***

NUH: BÜYÜK TUFAN

Nuh demiş de, peygamber demiş mi?

Nuh’un bu kimliği beni cezbetti. Filmin iyi çekildiğini, akıcı olduğunu söylemek de mümkün. Birçok özelliğiyle tipik bir anaakım filmi olmasına rağmen, oldukça karanlık ve sert bir film...
 

Darren Aronofsky’nin filmini, hiç sıkılmadan izledim. İşin garibi filmin, büyük keyif aldığım hiçbir planı ya da sahnesi yok. Oyunculuklardan da etkilenmedim, hatta sıkça kötü buldum. Nuh dışındaki karakterlerin tümü de son derece yüzeysel. Nasıl oldu da film, ilgimi ayakta tuttu? Nuh karakteri mi çok ilginç? Evet sanırım bunu rahatlıkla söyleyebiliriz, Nuh bu filmde çok ilginç biri. Bir defa bugünün Yeşillerine birçok açıdan çok benziyor Nuh. Hani insanı, doğayı mahveden bir tür kanser, bir tür parazit gibi görme eğilimi var. Kabul ediyorum, ilk bakışta çok da doğru gelen bir görüş bu. Ama insanın doğanın bir parçası olduğunu düşünürsek, içinden insanı çıkaran doğanın sağlıksız ve kendini yok etmeye eğilimli bir bütün olduğu sonucuna varmamız gerekmez mi? Ayrıca insandan nefret eden bu bakış açısının sahipleri, kendilerini o kanserli hücrelerden biri olarak görmezler. Kanser başkalarıdır. İnsan türünün yüzde 90’ı yok olsa ne güzel olur derler ama kendilerini geride kalacak yüzde 10 içinde görürler.

TANRI İNSAN SEVMEZ
Nuh, filmde bu insansevmez bakış açısına inanan, dahası Tanrı’nın insanı sevmediğine ve yok etmeye karar verdiğine inanan biri. Yani  Nuh, tanrının arzusunu yerine getirip, insan dışındaki doğayı kurtarmaya çalışıyor. Tufan geldiğinde nefretle andığı insanları gemisine almayan, Nazilerin Yahudilere uyguladığı “nihai çözüm”ün bir benzerine inanan “rasyonel” bir cani. Doğrusu bugünün radikal dincilerine de çok benziyor. Filmdeki Nuh’u, gaipten sesler duyduğuna inanan antisosyal bir psikopat olarak da görmek mümkün. Tanrının buyruğu olduğuna inandığı şey için herkesi öldürebilecek kadar gözü dönmüş biri. Nuh’un bu kimliği beni cezbetti. Filmin iyi çekildiğini, akıcı olduğunu söylemek de mümkün. Birçok özelliğiyle tipik bir anaakım filmi olmasına rağmen, oldukça karanlık ve sert bir film “Nuh: Büyük Tufan”. Gişede batarsa şaşmam. Bir de bağnazları kızdıracaktır.