Yasaklarınız festivale dönecek

Sercan Meriç

2010’ların başından itibaren bir dönüş vardı İkinci Yeni’ye… Salt şiirde değil, müzikte de, resimde de, heykelde de tezahür etti bu. Zirve noktası 2013’tür. Gezi Direnişi’nin akabinde neredeyse İkinci Yeni’ye göz kırpanın kalmadığını görürüz.


Dijital platformların yükselişi ile eş zamanlı olarak yükselen sadece sözünü ettiğimiz ekolü oluşturan şairler olmadı. Tüm sanat alanında bu tarz ve üslup “istenir” ve “satılır” oldu. Bu şöyle bir sonuç doğurdu: Neoliberalizmin yükselişiyle birlikte iktidara yanaşmaya çalışan sermayedarlar ve sonradan zenginleşen “muhafazakâr kitle” arasında muteber bir koltuğa mukim olan soyut sanatın tahtı sallanmaya başladı.

Bu dönüşüm tam da Nişantaşı’nı, Caddebostan’ı, Kabataş’ı “sanat” kisvesiyle sermayeye peşkeş çekenlere dert oldu. Yeni bir üslup ve form lazımdı. Kamuoyunun nabzını tutan şirketler ilk adres olarak görüldü. Örneklemler hazırlandı ve araştırmalara başlanıldı. Bir dönüşüm başladığının herkes farkındaydı. Cevap, depolitize edilmiş bir nostaljizmde bulundu. Gezi’nin güzel çocuklarının fiyakalı sloganları PR’ın tüm imkânları kullanılarak yine “para eder” muhteviyata dönüştürülmek istendi. Ama olmadı.

Zira Gezi Direnişi viskisini yudumlayan seküler görünümlü kodamanların da koltuklarının altına dinamit koymuştu. Tarihsel olarak en çok kâr ettikleri AKP iktidarının ve o iktidarın liderliğinin Gezi Direnişi ile beraber kuruluş kodlarına döneceğini düşündüler. O kod, siyasal İslam’ı gizleyen liberalizm formüllü “yaşamın ve sanatın da para edebileceği” bir koddu. Tutmadı.

Kuyular kazıldı, dünyanın da hepimize dar olduğu görüldü. Bu darlıkta dirlik de sona erdi. Artık parası olmayanın mezarının bile olmaması gerektiği anlayışıyla tam saha pres başladı. Bundan sonra sanat eserin, estetik değerinden azade, ne kadar düşündürdüğü ve dönüştürdüğü ile değil, ne kadar “satılabilir” olduğuyla ilgili bir formül arayışına girildi.

AKP iktidarının “büyük ve dev” fetişizmi sanat alanında da tezahür etmeye başladı. Contemporary İstanbul’da ve fuarın dışında sergilenen eserler bunun örneğidir. O formu oluşturmaya çalışırken “terbiyeleştirme” hamlesi de işleme sokuldu. Direnişe katılan o “beyaz yakalı bağımsızların” Gezi’deki tanıklıkları da reklam-pazarlama ve hatta “insan kaynakları” dinamikleriyle meta-sermayeye tahvil edilmeye başlandı. Yani sadece rüyayı değil, rüya görme ihtimalini gasp etmeye yönelik bir girişimle karşı karşıya kaldık.

Bugün, “Gezi için 3 günden sonrası” için yapılan tüm karalamalarla toplumsal muhalefet lanetleniyor, orada ısrarla dördüncü günden sonra kalmaya ısrarlı olanlar da terbiye edilmeye çalışılıyor. Uğur Şahin Umman’a selamla, “Çalışma Acısı” her geçen gün katmerleniyor.

Peki, bu süreçte ne oldu? Ortaya depolitizimi aşan bir rap çıktı. Bu süreçte bir dönem tarikatların eline düşmüş baba rap’çiler bile aslına döndü. Ezhel ve Gazapizm gibi belki de Türkçe Edebiyatı’ndan etkilenen değil de, onu etkileyecek lirik yazarları doğdu. Her ne kadar rap müzik de büyük prodüksiyonlarla Anglosakson’laştırılmaya çalışılsa da işe yaradığını söylemek zor. Son birkaç ayda Aynur Doğan, Apolas Lermi, Gülşen, Melek Mosso gibi sanatçıların gerici tarikatların hedef göstermeleri sonucunda konserleri yasaklansa da, ilim ve bilimle fersah fersah uzak olan, ancak isminde “İlim Yayma” gibi bir iddiaya sahip cemiyetin etkinliklerine katılan kaymakam tarafından Zeytinli Rock Festivali yasaklansa da bu böyle devam etmeyecek.
Beyoğlu’nda sokağa taşıyor diye kaldırdığınız o masalar iktidarınızı sarstı. Cemaatlere, tarikatlara devrettiğiniz koltuklar da sizi yıkacak. O günden sonra bu azgın azınlıkla işbirliği yapanlarla ilgili kenara düşülen not da unutulmayacak ama memleketin her yeri festivale dönecek.

Çünkü ismini andığımız Gazapizm’in, Cashflow’un, Boykot ve Zeze’nin de o güzel şarkısında söylediği gibi: Dahiyiz sokakta abileri tokatla / Anarşiste selam ver Kızıldere Tokat‘ta…

Aldığımız selamı unutmayız. Bizden de selam olsun!