19 Mayıs’ı evlerde kutladık; bayramda da evlerde olacağız. Kedilerimiz, kitaplarımız, satranç taşlarımız ve elbette sevdiklerimizle… Televizyon kanallarının yetersizliği, internet platformlarının yükselişi bu günlerin bir başka gerçeği. You Tube’dan ve Vimeo’dan tiyatro oyunları (bazıları ücretsiz, bazıları ise ücret ödenerek) izlenebiliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, hafta sonları sitesinde yerli belgesel yapımlar yayınlıyor. Yabancı dil bilenler, dünyanın önde gelen tiyatro ve operalarını izleme şansına sahip. Müzik açısından da farklı yollar var; serbest ya da ücretli yayınlanan sınırsız ürünü izlemek ya da dinlemek mümkün. İzmir Büyükşehir Belediyesi farklı sanat dallarında yarışmalar düzenliyor, genç sanatçıları üretime yönlendirmek amacıyla…

Peki, dijital sanat mümkün mü? Şu sıralar çokça tartışılan bir konu bu. Bir yanıyla üretimin demokratikleşmesine yol açarken, öbür yanıyla sahne ve gösteri sanatlarının temel özelliklerinden biri olan seyirci ile sıcak temas meselesine yanıt veremiyor. Gene de, fırsat eşitliği sağlaması, sanatçıyı maliyet baskısından kurtarması gibi avantajları var. En azından, salgın günlerinde değerlendirilmesi yararlı olan bir ortam. Bir televizyon programında, Birol Güven’in fazlasıyla iyimser bir yorumuna tanık oldum. Seyircinin sanal ortamda, normalde izlemediği farklı sanat ürünleri ile karşılaştığını, dolayısıyla yeni seyirci kitleleri kazandığımızı söyleyen Güven’in haklı çıkmasını dilerim yürekten…

Kendi payıma, şu günlerde her akşam güzel bir film izleme olanağına kavuşmaktan memnunum. İstanbul Uluslararası Film Festivali, koronavirüs salgını nedeniyle, 39’uncu festivalini çevrimiçi (on-line) ortamda gerçekleştiriyor. 15 Mayıs’ta başlayıp 29 Mayıs’ta sona erecek programda, her akşam bir film yayına açılıyor. İnternet üzerinden satılan biletlerle katılmak mümkün gösterimlere. Biletlerin ücretli ve bilet sayısının limitli olması eleştirilse de, bunun zorunlu olduğunu düşünüyorum. İşçi Filmleri Festivali, Film Mor ve Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivalleri de gösterimlerini çevrimiçi sundu, üstelik ücretsiz. Ama, İstanbul Film Festivali’nin programında yer alan yeni filmler için -sponsor desteği olmadan- bunu yapabilmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.

Aslında, sanal ortamda ulaşılan tüm sanat ürünlerinin bir bedeli olmalı. Yazdıkları, yönettikleri, yorumladıkları sanat yapıtlarından aldıkları ücretlerle yaşayan sanat emekçilerine değer verdiğimizi göstermenin en somut yolu değil mi bu? Elbette, büyük sermayenin sanat kurumları ve yerel yönetimler bu ürünlerden yararlanmak istiyorlarsa, bedelini ödeyip, yapıtları seyirciye bedelsiz sunabilirler. Keşke yapabilseler…

Yerim yettiği kadar, İstanbul Film Festivali’nin sunduğu filmlerden söz etmek isterim. Şu ana dek izlediğim filmler içinde, üç film öne çıkıyor. İlki, “Berlin Alexanderplatz.” Fassbinder’in aynı adlı ve 15,5 saat süren mini serisini izlemediğimi itiraf etmeliyim. Dolayısıyla, kıyaslama yapamayacağım. Afgan asıllı Alman yönetmen Burhan Qurbani’nin yönettiği ve prömiyerini bu yıl Berlin Festivali’nde yapan film, Almanya’nın iki savaş arası bunalımlı yıllarındaki çürümeyi konu alan ve Alman edebiyatının klasikleri arasında sayılan Alfred Döblin’in 1929 tarihli romanından uyarlanmış. Qurbani, konuyu günümüze taşıyarak, göçmen sorunu üzerinde odaklanıyor, romanın özünü unutmaksızın. Kapitalist toplumda ‘iyi’ olmak için çırpınan bir insanın yenilgisini anlatıyor. Çarpıcı renkler ve akıcı bir anlatımla…

Çek yönetmen Ivan Ostrochovsky’nin yönettiği “Hizmetkarlar”, Sovyetler Birliği’nin etki alanındaki Çekoslovakya’da geçen tipik bir anti-komünist yapım. Bir kilise okulunda, dine yönelik baskıları eleştiren bildiri dağıttıkları için suçlanan ve açlık grevine başlayan bir grup öğrencinin ve okulu kurtarmak adına rejime boyun eğen okul yönetiminin öyküsünü, etkileyici siyah beyaz fotoğraflar ve özgün bir ses tasarımı eşliğinde anlatıyor. Ama, kendi payıma Sudanlı yönetmen Amjad Abu Alala’nın ülkesindeki dinsel hurafeleri eleştirdiği, hümanist filmi “20 Yaşında Öleceksin”i tercih ederim. Avrupa seyircisi için, etkileyici görselliği ve egzotik yönleri öne çıkacaktır. Ama, hocaların, üfürükçülerin cirit attığı ülkeler için son derece işlevsel olduğunu söyleyebilirim.

Fransız romancı-yönetmen Fabienne Berthaud’nun “Daha Büyük Bir Dünya”, egzotizmi mistisizmle buluşturan film, gerek yönetim, gerekse oyunculuk ve görüntü yönetimi açılarından çok başarılı. Moğolistan’da bir şamanla buluşan bir gazetecinin kişisel deneyimlerini aktardığı kitabından uyarlanan film, nörobilim alanında ‘trans’ çalışmalarının başlamasına önayak olan gazetecinin (filmde, ses tasarımcı) kimliğinde, bilimin ve rasyonel aklın yetersizliğini, doğa ile bütünleşen daha geniş bir bakış açısının gerekliliğini vurguluyor… İKSV’ye selam, izlemeye devam...