Bugün bizleri yeterince korunaklı ve yalıtık, yani ideal olmayan evlerimize kapatan tek başına pandemi gerçeği değildir. Bir başka çok önemli gerekçe de her geçen gün gündelik yaşam alanlarımızın gasp edilmesi ve farklı kullanımlar için dönüştürülmesidir. Öyle ki sokağa çıkmaya gerekçe yaratan mekânlar bugünden yarına yok edilmektedir.

Yaşam hangi evlere sığar?

MERİÇ KIRMIZI
OMÜ Fen-Edebiyat Fakültesi

“Evde Yaşam (Hayat) Var”, “Yaşam Eve Sığar” gibi pandemi dönemi sloganlarının insanları bilinçlendirmeyi, tehlikeyi hiç yoktan telefon ekranlarından onlara sürekli anımsatmayı ve genel anlamda toplum sağlığını korumayı amaçladığını anlıyorum. Öte yandan, bu sloganların düşündürmek istedikleri gibi yaşam gerçekten eve sığar mı? Bu yaşamaktan ne anladığımıza göre değişir. Bunu diğer sorular izler: “Kimlerin yaşamı eve sığar? Yaşam nasıl bir eve diğerlerine göre daha çok sığar?” gibi. Çocukların uzaktan eğitimiyle ilgili gazete haberlerinin görsellerine bakıyorum: Keyfi yerinde güzel bir çocuğun önünde son teknoloji bir bilgisayarı çevreleyen plazma TV’li, son derece modern döşenmiş bir ev… Neyse ki gerçekliği kavramam için öyle çok uzağa gitmeden, yarısı benim IKEA mobilyalarımdan, yarısı da emekli öğretmen olan ev sahibimin fistolu demode perdeler gibi eski eşyalarından oluşan evime şöyle bir göz atmam yetiyor. Yakında başlayacak çevrimiçi derslerde arkama çağdaş bir ressamın hangi tablosunu assam da öğrencilerime daha az eprimiş, estetik bir entelektüel evi görüntüsü sunsam diye bazen düşünüyorum.

İnternet alışverişi ve Netflixten oluşan bir yaşam eve sığabilir. Okumayı yazmayı seven insanların yaşamı da pandemi koşullarında eve sığabilir(di), eğer evin çevresindeki yaşam bodoslama balkonlardan, yanı başındaki sokaktan ya da bahçeden taşmasaydı. Sizin kendinize göre okuma, çalışma, dinlenme saatleriniz olabilir ama dışarıdaki yaşam size ayak uydurmaz, bütün gürültüsüyle akıp gider. Örneğin, dip dibe eski kooperatiflerde yaşıyorsanız, bugünlerde pandemi, daha öncesinde de konuk ağırlama alışkanlıklarının yerini, dışarıda buluşmalara çoktan bırakmış olması gibi nedenlerle mahallenin teyzeleri arada bir iki ev işi yapıp, sonra gün boyu o balkon senin, bu balkon benim birbirlerine seslenip, duracaklardır. Eğer varsa, torunları da onlardan gördüklerini yineler.

***

Pandemi başlarında toplumsal varlıklar olan insanlara moral olsun diye balkonculuk güzellemeleri yapıldı. Bizde o düzen, mahallenin teyzeleriyle çok önceden kurulmuştu, pandemi üzerine tuz biber ekti. Pencereye, balkona çıkıp da diyemezsiniz ki “Bak teyzeciğim, ben evden çalışıyorum, biraz daha sessiz olsanız, yani en azından, sabahları…” Akademisyenlere halk arasında sıklıkla üniversite hocası” ya da kısaca, ne idüğü belirsiz bir biçimde hoca denilmesi de belki bununla ilişkilidir kimbilir. Öğretim üyesi yalnızca, ders anlatmakla yükümlü bir öğretmen olarak görülür ve üniversitede dersler başlayana dek işsiz güçsüz ve tatildedir. Kısacası, mahalle konut alanı, yerleşim yeri henüz teyzelerin, ev kadınlarının tekelindedir ve bunu evden çalışanlarla paylaşmaya ne gönüllü ne de bunun gerekliliğinin farkındadırlar. Sanayi Devrimi’yle başlayan yaşama ve çalışma alanı ayrımı insanların algısında güçlü, kolay silinmeyen bir etki yaratmıştır.

Elbette, mahallede yalnızca, balkon teyzeleri yaşamaz. Apartmanınızın sokağını nasıl olduysa, kendine zamanında mekan bellemiş, öğleden sonra bir gölgeliğe taburesini atıp gece geç saatlere dek üst perdeden bağıra çağıra konuşan adamlar da eksik olmaz. Kimin nesi, neci oldukları bilinmez ama onlar her gün oradadırlar. Öyle ki mahalle bekçisinden çok onları görürsünüz. Mafya filan oldukları söylentisi de dolaşır. O nedenle, örneğin tam bir makale işine yoğunlaşmışken bir adam bet sesiyle bağırıp, çağırdığında balkona çıkıp “Ne bağırıp duruyorsun be kardeşim? Bütün gün seni mi dinleyeceğiz?” demek yürek ister, diyemezsiniz. Onlar sokağın ayrılmaz bir parçasıdır, sizden önce de oradaydılar, sizden sonra da büyük olasılıkla, aynı yerde olacaklar. Özetle, yaşam ve hele ki çalışma eve ancak bu gürültücü toplumsallık koşulları içinde sığar ve okuyup yazmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş insanlar için pek de verimli olmaz bu durum.

***

Öte yandan, bugün bizleri yeterince korunaklı ve yalıtık, yani ideal olmayan evlerimize kapatan tek başına pandemi gerçeği değildir. Bir başka çok önemli gerekçe de her geçen gün gündelik yaşam alanlarımızın gasp edilmesi ve farklı kullanımlar için dönüştürülmesidir. Öyle ki sokağa çıkmaya gerekçe yaratan mekânlar bugünden yarına yok edilmektedir. Basit bir örnek olarak, Samsun Atakum’un deniz kıyısında son yerel seçimden beri CHP’nin yönetimindeki Atakum İlçe Belediyesi’nin işlettiği, geniş bir bahçesi olan, kazıklanmadan kaliteli yemek yenilebilen Yalı Kafe’ye büyükşehir belediyesi sanıyorum, önce millet kıraathanesi (?) yapacağız diye el koyuyor ve ilçe belediyesinin elindeki var olan işletmeyi yerinden ediyor. Şimdi de oranın bir topluluğun isteğiyle cami yapılmasına karar verildiği ortaya çıktı. Yalı Kafe’yi kullanan orta gelirli, çoğu emekli olan insanlar deniz kıyısındaki pahalı, İngilizce adlı mekanlara acaba giderler mi? Bu manevrayla açık havada uygun fiyata kaliteli yeme içme yeri özlemi duyan kadınlı erkekli her yaştan insanın sıklıkla kullandığı bir mekan kapatılmış, insanlar biraz daha evlerine çekilmiş oldu. Gün geçtikçe sokakta geriye kalan seçenekler: Özel tüketim yerleri ve ibadet yerleri. Google Haritalar’a göre, Atakum’da yirmiye yakın cami ve iki kilise var. Cami mimarileri ayrı bir çalışma konusu olabilecek, neredeyse postmodern denilebilecek ilginç yapılar. Öte yandan, Atakum ilçe sınırlarında belediyeye ait lokantası bulunan yer sayısı, Yalı Kafe’den sonra artık tek bir tane kalmış görünüyor. Deniz kıyısında kilise var da neden cami yok mantığı güdüp bu işe ön ayak olanlar için bu sayıları belirtmekte yarar var.

***

Sonuçta, mahallelerde olduğu gibi, kentlerde de sokakları ve diğer açık alanları paylaşıyoruz ve özel kişilerin olmayan kentsel alanlar bütün T.C. yurttaşlarınındır. Üstelik Ayasofya, Kariye ve Galata Kulesi de böyledir. Bu yerlerin ülke nüfusunun belirli (yüzdesel olarak neye karşılık gelirse gelsin) bir kesiminin tek bir amaca hizmet eden kullanımıyla sınırlandırılmaması, evrensel kültürel değerler olma niteliklerine uygun bir biçimde bütün yurttaşların eşit olarak kullanımına açık olması, yani öyle bırakılması gerekirdi. Çetin Türkyılmaz’dan YouTube’dan dinlediğim ve anladığım kadarıyla -Leibniz belki buna karşı çıkardı ama- kentsel mekanların da birer ruhu olduğunu düşünürüm. Saramago’nun Heykelden Taşa (Kırmızı Kedi Yayınları, 2018) kitabında kendi türüne ve başkalarına karşı acımasızlığı ve kıyımıyla diğer canlılardan ayırdığı insanoğlu çoğu kez, kentsel mekana da söz konusu mekanın tinine aykırı işlere girişerek, şiddet uyguluyor. Toplamda yine, insanlık kendisinden önemli bir şeyleri yitiriyor, günden güne yaşam alanları daralıyor.