Film, ciddi bir sömürü üzerine kurulu sistemler ve onun çarkına kapılmış insanlar öyküsü anlatıyor gibi gözüküyor bir süre. Sonra!..

Yaşam Kürü:  Su çürümüşse...

İstesem de bazı sırlarını açık edemeyeceğim bir film Yaşam Kürü. Bunların bir kısmının rüya olduğu söylenebilir ama rüyanın nerede başlayıp nerede bittiğini söylemek benim için imkânsız. Film hem sınıf ilişkileri üzerine bir şeyler söylüyor hem de Freudyen analizler yapıyor. Ama ne sınıf ilişkilerine bakışı ne de Freudyen yaklaşımları bir bütünlük içermiyor. Sanki içgüdüsel bir şekilde yönetmenin ruhundan çıkmışlar, arkasında sistematik bir bakış yok (bu filmin avantajı da olabilirdi ama olmuyor). İki buçuk saate yakın süresiyle Yaşam Kürü çok fazla uzun. Fakat bütün uzunluğuna ve anlam veremediğim öğelerine rağmen yine de seyredilebiliyor. Bunun nedeni de filmin özenli görselliğinin, başrol oyuncularının rollerine uygunluğunun ve 70’ler korku sinemasına özgü müziğinin filmi seyredilebilir kılması. Ama bütün bunlar filmin konusunun akılda kalmasına yetmiyor.

Şatonun kötü bir şöhreti var
Almanya’nın fonladığı film, büyük ölçüde İsviçre dağlarında, bir spa/tedavi merkezi olarak çalıştırılan bir şatoda geçiyor. Şatonun kötü bir şöhreti var. Şatonun baronu zamanında kızkardeşiyle evlenmiş; bu da yetmemiş çevredeki köylüler üzerinde tıbbi araştırmalar yapmış. Köylüler ayaklanmış, şatoyu yakmış. Anneyle yatmaya en yakın şey olan kızkardeşle yatma teması baronun ödipal karmaşasını sorgulatırken, bu ensest evliliğin ailenin kanını saf tutmak amaçlı yapıldığını bilmek, geleceğin Nazilerini ve insanlar üzerinde araştırmalar yapan Dr. Mengele’yi hatırlatıyor.

Bu şatoda kalmakta olan büyük bir şirketin yönetim kurulu üyesini geri getirmekle genç işadamı Lockhart (Dane DeHaan) görevlendiriliyor. Lockhart ve içinde bulunduğu çevre vahşi kapitalizmi, şatonun geçmişi ise aristokrasinin vahşetini temsil ediyor. Tevekkeli değil Lockhardt’ın arabası şatoya doğru giderken, çevredeki yoksul köylü gençler lüks arabaya ve içindekilere tepki gösteriyorlar. Sonradan Lockhart’ın babasının da bir işadamı olduğunu ve sistemin çarklarında acımasızca öğütülünce, kurtuluşu intiharda bulduğunu öğreniyoruz. Film, ciddi bir sömürü üzerine kurulu sistemler ve onun çarkına kapılmış insanlar öyküsü anlatıyor gibi gözüküyor bir süre. Sonra, Lockhart’ın babasının ölümünden suçluluk duyduğunu öğreniyoruz (zaten tahmin etmesi zor değil). Acaba Lockhart şatodan almakla görevli olduğu yöneticiyi babasının yerine mi koyuyor? Suda boğularak ölen babasıyla, su tedeavisi gören Pembroke’u özdeşleştiriiyor mu? Ama bir baba figürü daha var, o da tedavi merkezinin yöneticisi Dr.Volmer. O da Lockhart’ın ödipal karmaşasında öldürmek istediği baba figürü mü? Tabii Volmer’in üzerinde hak iddia edeceği, Lockhart’ın da baba figürünün elinden almak isteyeceği bir kadın figürü de olmalı. O da var, Hannah (Mia Goth) adındaki genç kız gizemli bir şekilde şato içinde dolaşıp, Lockhart’ın kalbini çalıyor.

İnsan bir sonuca varmak istiyor
E, iyi işte diyeceksiniz, sınıfsal soslu, Freudyen bir hikâye bu. Fallik yılan balıklarıyla, baba katli temasıyla, bilinçaltını hatırlatan sualtı görüntüleriyle anlamlı bir bütünlük oluşturacak. Ama oluşturmuyor. Fantastik öğeleriyle film, “Beni kategorize edemeyeceksiniz!” diye bağırıyor sanki. Peki etmeyelim ama insan gördüklerinin tümüne bir anlam vermek istiyor işte. Geçmişten gelen bir kötüğün yani sınıfsal eşitsizliklerin sürdüğü, geçmişin katillerinin bugün de başka biçimlerde ve kılıklarda kötülüklerine devam ettiğine dair Freudyen bir öykü demekle yetinmek, yine de çok fena değil. Yönetmen Gore Verbinski’nin kariyerinde manadan tamamen yoksun filmlerin olduğu düşünülürse, mesela Karayip Korsanları’nın devam filmleriyle kıyaslandığında bu film bir başyapıt. Başrol oyuncuları Dane DeHaan ve Mia Goth’un isimlerini de ilerde bol bol duyacağız gibi.