Yaşam saf değil, kandıramazsınız!

Formel ya da enformel; resmi ya da gayri resmi; melek ya da şeytan. Bazen çok formdadır, bazen formsuz. Bazen çok gündüz, bazen çok gece. Bazen katı, bazen akışkan. Bir an çırılçıplak, sonra örtülü. Bazen erkek, bazen kadın. İnsanın hâllerini saymaya kalksak sonu gelmez. Ve karşıtlıklar arasındaki ayrım çizgisini nereye yerleştireceğinizi kestiremezsiniz. Sınır bir çizgi değildir çünkü, tüm karşıtlıkların birbirine karıştığı, iç içe geçtiği bir mıntıka. Anaksimandros olsaydı “aperion”, yani “sınırsız” derdi buraya; kozmosun kökeni (arke) olarak önerdiği kavram. Thales, köken sudur dediğinde, karşı çıkmış, su gibi karşıtı olan bir şeyin köken olamayacağını söylemişti. “Sınırsız”, tüm karşıtları içinde barındırandır ve karşıtlıklar “sınırsız”ın içinden çıktıkça bildiğimiz dünya oluştu. O halde dünyalarımız karşıtlıkların dünyasıdır, ama karşıtlıkların karıştığı sınırda ya da Anaksimandros’un deyişiyle “sınırsız”da duran insan, tüm karşıtlıkları kucaklayandır. Sınırdan içerilere, merkeze doğru hareket ettiğimizde tuzağa düşüyor ve karşıtlıklar kıstırıyor bizi. Gelgelelim insan sınırda durmaya ve “sınırsız” olanı duyumsamaya teşne bir canlıdır. Ve kim ki evini sınıra kurmuşsa, aynı anda hem o hem de buysa ve farklı dünyalara geçişte ustalaşmışsa, yaşam olmuş demektir. Öylesine yaşam olmuştur ki kimliğini yitirmiştir; dokunsanız yaşam sevinciyle titrer, ürperirsiniz.

Çocukluk bilgisidir, sonra unuttuk: “Ortada kuyu var/Yandan geç”. Merkezde tuzak var, ‘ya/ya da’ tuzağı. “Ayrı dünyaların insanıyız” repliğini ağızlarımıza tutuşturduklarından beri, ‘ya’ bu dünyadan ‘ya da’ diğer dünyadan olmak zorundasınız, sanki tek bir dünyada yaşamıyormuşuz gibi. Ve dünyalarımızın arasına hat çekenlere ne demeli? Hatları öylesine yüksek gerilimle yüklüyorlar ki dokunsanız kıvılcımlar saçılıyor etrafa, dokunsanız yangın yerine dönüşecek.


Bir de saflaştırıcılar var tabii. İnsanı alacası bulacasından arındırmak için tek renge boyamaya kalkışanlar. Ama mümkün mü? Bir sınır canlısı olarak insanın kumaşı “sınırsız”dan dokunmuştur. Saflaştırıcılar, karşıtlıklardan birini kendilerine köken diye seçen ve dünya içinde dünya kuranlardır; biliyoruz ki her dünya karşıtlık üzerine kurulmuştur, önce birbirlerine karşıttırlar ve sonra, hepsi birden yaşama, yeryüzüne karşıt. Ama dedim ya, insan alacalı bulacalıdır. İstedikleri kadar tek renge boyasınlar, yeryüzünün suyuyla yıkandığı an boyasını atacak ve altından gökkuşağının renkleri çıkacaktır. İnsanı tek renge boyayan, kapatıldığı sınırlardır; o halde yaşam tam da dünyaları ayıran sınırda, engin denizde saklı. İnsan binbir rengin harelendiği sularda yıkanmış, yeryüzünün tüm renkleriyle el emeği, göz nuruyla dokunmuştur bir kere, iflah olmaz.

Boyamak işe yaramayınca saflaştırıcılar, merkeze maden ocakları kurdular. Yeryüzünün tozuna toprağına, gökkuşağının renklerine bulaşmış bedeni ve ruhu asitlerle yıkayarak ve yakarak içindeki saf cevheri çıkaracaklarını sanıyorlar; ama cevher yerine, ocaktan ölü bedenler çıkıyor durmadan, ölüm kol geziyor içeride. İnsan saf değil, karışımdır; yaşadıkları, bulaştıkları, kendisine bulaşanlar, yaşamın kiri pası. Öylesine renkli bir karışımdır ki saflaştırırsanız, insan değil, ölü bir nesne kalır geriye.

Saflık, insanları saflara ayırmak için; saf insanları saflara ayırabilirsiniz; dünyadan bihaberdirler çünkü, kandırılmaları kolay. Hayatın kirine pasına bulaşmış olanları saflaştıramadığınız gibi, kandıramazsınız da. Saflık, deneyimsizliğin diğer adı. Yeryüzünün, yaşamın oyunlarına katılanlar, bu oyunun keyfini çıkaranlar, kısacası yaşam olanlar saflıklarını ve saflarını yitirmişlerdir. Kirlenmeden oynayamazsınız. Ve “pişman mısınız?” diye sorsanız, hep bir ağızdan “hayır!” diye yanıtlayacaklar. Oyunu kurallarına göre oynarlar çünkü: Rastlantı ve zorunluluk. Rastlantının, engin suların rüzgârlarıyla sallarlar zarlarını; zarlar yere düştüğünde gelen sayıyı, yani zorunluluğu bağırlarına basarlar. “Sınırsız”dan gelirler, dalgalar halinde ve dalgalar geri çekildiğinde taşlar artık eskisi gibi değildir. Hep geldiler. Yine gelecekler.