Merve Küçüksarp, 1922 yılında geçen ‘Hazan Vakti’ adlı romanında, işgal altında yangına doğru sürüklenen İzmir ile beraber, ruh iklimlerimizin iç şehirlerimizde çıkardığı başka büyük yangınların da sırrını anlatıyor

Yaşama aşkıyla yanıp yakarak

TOLGA MERİÇ

Şehir kavramıyla aramızdaki derin ilişkinin temelinde, insan olarak türümüzü devam ettirme güdümüz ve yeryüzünden silinme korkumuz yatıyor. Bu yüzden de, bir şehri yıkıp yok etme girişimi, toplu halde insan türüne yönelmiş bir tehdit etkisi yaratıyor. Üstelik bu tehdidin bire bir savaşarak değil de kundakçılıkla ortaya çıkması, tıpkı Hiroşima’ya atılmış olan atom bombası gibi, travmatik bir gedik açıyor insan ruhunda. Bir şehri ve o şehirle beraber insan türünün devamlılığına ilişkin çabamızı ve umudumuzu da gözü dönük bir şekilde yok edenin ya da yakıp küle çevirenin yine kendi türümüzden çıkmasıysa travmayı iyice atlatılmaz hale sokuyor.
Merve Küçüksarp, “Hazan Vakti” adlı romanında, işte bu atlatamadığımız şehir travmalarımızdan birine alıp götürmüş bizi. Mekân olarak İzmir’i, zaman olarak da 1922 yılını seçerek, üzerinden yüz yıla yakın süre geçmiş olmasına rağmen, Büyük İzmir Yangını’nın tıpkı romanın fonunda olduğu gibi, ruhumuzda da için için sürdüğünü hatırlatmış. Bununla kalmayıp, insan doğasının kendi ateşlerine de bakmış ve hem içte hem dışta toplu yangın yeri olmuş bir hayat diliminde bile yaşama hazzının doruklarda nasıl soluk soluğa gezinebildiğinin resmini çizmiş.

“Hazan Vakti”, iki yıldır işgal altında olan İzmir’in Punto’daki (Alsancak) üç katlı müreffeh bir konağında, konağın sahibi Rahmi Bey’in sabah kahvesi ritüeliyle başlıyor. Tıpkı konakta gün boyunca kurulan diğer sofralar gibi, kahvaltıların da Halil İbrahim bereketiyle donanmış olmasını isteyen, sabah kahvesini içmeden de evden dışarı adımını atmayan Rahmi Bey’e göre açlık, kıtlık ve sefalet işgalden de ağır, düşmandan da zalim. Kendisi, hızla kendi yıkımına doğru koşan Osmanlı İmparatorluğu’yla ve Zat-ı Şahane’yle gönül bağlarını büyük oğlunu savaşta kaybedince kökten koparmış bir harp zengini. Evlat acısının içinde yarattığı yangını vatan, millet, imparatorluk bekası gibi kavramları reddederek söndürmeye çalışırken, savaş yıllarının açıkgöz Rum işadamlarıyla birlik olup karaborsacılık yapmak ve ticarette Anadolu köylüsünü kazıklamak dâhil, kıtlık ve sefaletten uzak bir hayat sürmek için her yolu mubah saymış. Bu katılaşma sürecinin tek çatlağı, tek kırığı, gözünün yaşına kıyamayacağı tek zaafıysa küçük oğlu Selim. Öyle ki, romanın ilerleyen bölümlerinde, Selim’in, içine düşeceği kabul edilmez bir kalp yangınından kurtuluşu için tek kızı Afife’nin bir evlilik pazarlığına konu edilmesine bile boyun eğiyor.


Geniş kadrolu “Hazan Vakti”nin önemli karakterlerinden biri olan Selim’in ruhundaki karmaşa, kabul edilmez bir kalp yangınından ibaret değil aslında. İzmir halkının büyük çoğunluğu işgal ve sefalet altında inim inim inlerken, Kordon boyuna inci gibi dizilmiş birahanelerde, kulüplerde şımarık serseri hayatı süren bir oğul Selim. Babasının yazıhanesine sadece dolgun cep harçlıkları için uğrayan, vaktiyle evlenmeyi çok istediği dört yıllık karısında ve bu evlilikten doğan kızında bile aradığını bulamamış biri.

Bitimsiz hüznünü romanın içkili, kayıklı bir sahnesinde, en yakın arkadaşı Kerim’e Pagos’u (Kadifekale) parmağıyla işaret ederek şöyle anlatıyor: “Şu Pagos var ya Kerim, bizim konağın Pagos’u da be¬nim,” diyor. “Bak gör işte. Bizimkilerin utandığı kişiyim. Koca bir hayal kırıklığıyım. Onların o ışıltılı ve parıltılı yeni hayat¬larındaki mutsuzluklarını ortaya çıkaran karanlık tarafım. Aslında onlar benden de mutsuz. Yalan dolan hayatları hep!”
Ruhu, İzmir’in işgal altındayken bile ışıltılı fakat riya dolu Kordon’uyla şehrin sırtını döndüğü fakir Müslüman mahallerinin bulunduğu, karanlığa ve yoksulluğa terk edilmiş ama sahici Kadifekale arasında içten içe yanıp duran Selim, derdini arkadaşı sandığı iblisine döküyor aslında bu sahnede. Çünkü savaştan kaçıp eşinin ülkesine, Fransa’ya yerleşmiş olan dayısının işlerine göz kulak olması için tuttuğu, bir çeşit sığıntı hayatı süren ve geldiği yoksulluğa geri dönmek istemeyen Kerim’in planı, Selim’in kız kardeşi Afife’yle evlenip temelli yırtmak. Bunu başarabilmek için de Afife’nin gönlünü çalmasının, hatta onu evliliğe mecbur bırakmasının bile yeterli olmayacağının çok iyi farkında. Çünkü konağa kapağı atabilmek Rahmi Bey’in zenginlik kalkanlarının, tek zaafı Selim üzerinden düşürülmesine bağlı.

Tıpkı İzmir gibi, romanın, ruhuna güçlü bir şekilde girdiği mekânlardan olan Madama’nın randevuevi, Kerim’in gerçekten de iblisçe tasarladığı hayat planıyla katılıyor romana. Sermaye Maria hem romana, hem farkında bile olmadan Kerim’in planına, hem de Selim’in hayatına bu yolla dâhil oluyor.

Devamında, feleğin sillesini yemiş Maria’yla karısının gururdan doğan sevgisizliğinden mustarip olan Selim, Kerim’in tasarladığı şeytani oyuna, yazarın ilmek ilmek örüp dokuduğu inandırıcı bir tasarım içinde düşmeye başlıyor. Böylece, konakta sürülen hayatlarla Madama’nın randevuevinde sürülen ve birbirinden çok ayrı olduğuna inanılmış hayatlar, aynı planla ateşe verilip aynı yangında kalıyor.

Okur, ustaca işlenmiş ruh iklimlerinden, kalp ağrılarından ve sınıf sancılarından doğan yangınlardan kimlerin kurtulup kurtulamayacağını soluksuz okurken, eşzamanlı olarak da, koptu kopacak İzmir yangınına doğru çekiliyor. Ve pozitiften çok negatif karakterlerin yer aldığı, kişilerinin kendi ruhlarının kundakçılarına bazen herkesten daha çok rağbet ettiği bu romanda, hayat yükseldikçe yükselen bir hazla akarken, asıl ve hiç sönmeyecek tek yangının belki de yaşama aşkı olduğunun hissettirildiğini fark ediyor.

Merve Küçüksarp, “Kimi zaman insan için gidecek bir yer yoktur; ya da gidilse de kalınacak herhangi bir penah. Kişi kendini ait hissetmeyebilir çoğu zaman; en çok ait olduğunu sandığı yerde. Bulunduğu yerde en ufak bir iz dahi bırakmayabilir; bütün köklerini orada salmışken. Ve kişinin en büyük laneti kendini Cennet’teyken bile Araf’ta, yolun sonuna gelmişken bile hep eşikte, vatanın¬dayken gurbette, sevgilinin yanında bile hasret hissetme-sidir aslında. Sahipken yokluk, tokken açlık, birken ikilik çekmesidir,” diyor “Hazan Vakti”nde.

İnsan, bir şehrin yakılmasını, türünün devamlılığının da yakılması gibi algılamaya yatkın, evet. Ama buna rağmen, şehir yanarken bile, yaşama aşkından vazgeçemiyor. Merve Küçüksarp, ruhumuzdaki iç şehirlerimizin de hep bir yangın yeri olduğunu ve yaşama aşkının biraz da bu yangından doğduğunu söylüyor…