Eskiden rakı ve su bardakları aynı boyda, keyfimin iki kâhyası gibi dururlardı masa üstünde. Sonra o su bardaklarını şarap kadehi gibi şeylerle değiştirdiler. Bu konuya tepkimi gereksiz bulan bir arkadaşım, alaycı tonla “Git changeorg’da imza kampanyası başlat” dedi. Bir başkası “Eskiden de bazı yerlerde böyle yaparlardı, sana denk gelmemiş” dedi. Ve en yaşlı olan, “Ona bakarsan iki limonata bardağı koymak da sonradan oldu. Kendi çocukluğunu bu kadar merkeze alma, bunlar hep küçük burjuva özentileri” dedi.

Postmodernizm öncesi çağı ucundan yakaladım. Erkeklerin ‘erkek gibi’ bıyıklı, kadınların ‘kadın gibi’etekli olduğu, eşcinsellerle alay edilen, mastürbasyon yapmanın bile ‘hastalık’ kabul edildiği, noktalarla dolu net bir dönemdi. Bu dönem daha sonra çok dövüldü. Seksenlerde Türkiye’de ve dünyada her gün yeni bir tabu devriliyordu. Kurunun yanında yaş da yandı. Saçmalıklarla birlikte faydalı kavramlar da aynı torbaya konulup çöpe atıldı. Trendsetter denilen bir varlıklar türedi. Kadınlarda vatka ile birlikte işçilerde sendika da ‘demode’ sayıldı. Geçmişte ‘küçük burjuva özentisi’ sayılan pek çok kavram hızla öne çıktı. Detaylara boğulurken netliği kaybettik. Biz gitgide bulanırken, masalsı bir netlik kent çeperlerinden yükselmeye başladı. Tabu devirenler her tabuyu devirirken tabuların tabusuna ilişmediler bile, Trendsetterlar ise nice trendleri set ettiler de, ortaçağ trendine tek laf edemediler.

***

İlk gençlik yıllarım Akın ve Ayhan Abilerin muhasebecidükkânındanet sohbetlerle geçti. Bu dükkâna bulanık ergen kafalarımızla girer, pırıl pırıl bir netlikle çıkardık. Sözün bittiği yerde Ayhan Abi’in bağlaması veya gitarı konuşur, sorularımıza bazen Âşık Mahzuni, bazen de Joan Baez yanıt verirdi.

Kapitalizm kötüydü çünkü kimsenin mutluğunu çalıp kasamıza sermaye koyamazdık, anarşizm iyiydi ama dikkat etmezsek bu işin sonu nihilizme kadar giderdi. Bu nedenle en temizi sosyalizmdi. Devrimcinin görevi önce kendi nefsini devirmekti. Hayat dediğimiz yolculuğun her dakikasının kıymetini bilmeli, bizim kadar şanslı olmayan yoldaşlarımıza destek olmalıydık. Gören gözlerimiz ve soluk alıp veren ciğerlerimiz vardı, tüm bunlar bize bir sorumluluk yüklüyordu. Sorumluluktan kaçamazdık, detaylara boğulup odağı saptıramazdık. Düşmanımız insanları ele geçiren bir kavramlar öbeğiydi: Bencillik, kıskançlık, haset, kin. Sosyalist bir insan kin çukurunda boğulamazdı, biz öyle kolay ağlayamazdık, çalışkanlığımızla, adaletimizle ve dik duruşumuzla örnek olmak zorundaydık.

***

Bir dergideki “Devrim şehitleri ölümsüzdür” cümlesini okuduk. “Haydaa” dedik. Güneş Sokak’taki muhasebe dükkânında tüm hesap makineleri bir süre ‘error’ verdi. “Bu devrim sosyalist bir devrimse, böyle bir devrim ile ‘şehit’ sözcüğü nasıl bir araya gelebilir? Bir materyalist için gökyüzünde şarap içip ‘orgy’e katılma fantezisi nasıl bir gerçekliğe dönüşür? Ayrıca ölmüş birisi nasıl ölümsüz olur, bu soğuk ateş gibi bir oksimoron değil midir?”. “Önce ekmekler bozulmaz arkadaşlar, önce dil bozulur…” dedi Ayhan Abi kızgınlıkla. “Sonra da o bozuk dilimizle ekmeklerin değiştiğini söyleriz”

O yıllarda ‘Devrimci mücadelede ölen arkadaşlarımızın anısınasaygı duruşu’ yapılırdı. Bu cümle kaşla göz arasında ‘Devrim şehitleri için saygı duruşu’na dönüştü. İtiraz edemedik, bir dakika boyunca sessizce durduk. Ben “Ne oldu o güzel cümleye?” diye sordukça, tıpkı rakı kadehleri konusunda olduğu gibi yanıtlar almaya başladım. Çoğunluk değişimin farkında bile değildi, bir kısmı “İmza kampanyası başlat” diye alay etti, bir kısmı da “Sen doğmadan önce de ‘devrim şehitleri’ sözü vardı, kendini ve küçük muhasebeci dükkânınıTürkiye’nin tamamı gibi sanma” diye azarladı.

‘Küçük burjuva özentisi’ olmakla yaftalanan hassas bir konu da intihardı. Devrimciler veya en azından bizim mahalledeki devrimciler intiharı sevmezdi. İntihar mücadeleden kaçmak demekti, intihar eden kişinin biz sokakta kavga ederken kahvede okeye devam eden arkadaşımızdan farkı olmazdı. Yoktu öyle yağma. Madem doğmuştuk, madem sormuştuk, madem sorgulaya sorgulaya dert sahibi olmuştuk… Kaçmaya hakkımız yoktu. Mücadele ederken ölebilirdik ama mücadeleden kaçıp ölmeye izin veremezdik.

***

İntihar eden biri olursa ‘anısına’ saygıdan susardık. Anısına anlamlı bir sözcük, Pink Floyd son albümünün en güzel şarkısına Türkçe ‘Anısına’ adını verdi. “Ölen için” değil, “ölenin anısına”… Çünkü ölen öldü, fiş çekildi. Bir yerden bizi izlemiyor, huzurla veya gururla uyumuyor, ışıklar içinde hiç uyumuyor; ölüm ölmek demek, uyumak değil. Geriye bıraktığımız anılar belleklerde yaşıyor, ölenin yakınları bu anılarla avunuyor, o halde çürüyüp giden etlere değil belleğimizdeki gerçeklik olan anılara saygılı olmalıyız. Bu saygı nedeniyle susardık ama sussak bile intihar edene çok kızardık.

Nitelikli yazarlar, çizerler, ozanlarintiharı yüceltecek sözlerden kaçınırlardı. Öte yandan hemen yanıbaşlarında bu duyguları iliğine kadar sömürerek yükselen ‘sanatçı’lar da vardı ve onlar çok daha popülerdi. Arabesk şarkıların belki de tamamı kendini öldüren veya öleninsanlarla ilgiliydi. Sonradan unuttuk ve yeni bir tarih yazdık: Arabesk müziğin Orta Doğu tınıları taşıdığı için veya fakirler tarafından dinlendiği için elitisitler tarafından küçümsendiği mitolojisi baskın çıktı. Oysa yetmişlerde arabesk ‘yenilmişliğin’, ‘boyun eğme’nin, sınıfsal mücadeleyi tam da egemen güçlerin işine geldiği gibidönüştürücü olmayan bir mağdurluk girdabına sokmanın müziği olduğu için eleştiriliyordu.

***

Tarikat yurtları kırk yıldır var. Ben de o tip yatılı okullarda okudum ve zaman zaman umudumu kaybetttiğim oldu. Bu yurtlarla, bu zihniyetle mücadelemi hiçbir tekil olayla bağdaştıramam. Reddediyorum bunu.Sorumsuzca yazılmış ateşli tek bir sözüm, genç zihinlerde yangınlar çıkartabilir. Buradan arabesk nağmeler üretemem, kasedim çok satsın veya tweet’im like alsın diye intihardan beslenemem. Temelsiz umut, karşılıksız çek gibi bir şey, bunu da boş beleş dağıtamam. Peki, ne yaparım?

Çok zor dönemler geçirdim, arabesk şarkı yapsam herkesi ağlatırdım. Ama o zaman Ayhan Abi bana kızardı. Çünkü bir sosyalistebu yakışmazdı. Livaneli’nin, Karaca’nın, Yavaşoğulları’nın şarkıları, büyük yazarların ve sanatçıların eserleri hep yanımda oldu. Bizden çok daha beter hayatlar yaşayan, genç yaşta yıllarca zindanlarda kalan, işkence gören, vurulan büyüklerimiz vardı. Basık tavanlı dokuma atölyelerinde üç kuruşa çalışan yoldaşlarımız vardı. Tüm ezilmelerin üzerine bir de kadın olduğu için ezilen dünyanın yarısı vardı.

İntihar eden gençlerin anısına saygım var. Ama bizi kavgada yalnız bıraktılar, kendilerinden küçük kardeşlerine kötü örnek oldular. Buna hakları yoktu.

Onlara acı çeken ama yine de mücadele eden milyarlarca insanın sesini ulaştıramamış olmak bizim ayıbımız olsun. O sesleri duysalar, bu işlere hiç kalkışmazlardı.