Yaşamı da kayyuma devredecekler mi?

Anlaşılan iktidar tüm yaşama el koyacak. Çünkü yaşamın kendisi iktidara muhalif olarak akıyor; kafasına göre manşetler atıyor yeryüzüne. Önce sokaklara el konuldu ve arındırıldı yaşamdan. Hain kurtlar, öcüler, canavarlar, bombacılar, keskin nişancılar peyda olunca, yaşamın aktığı sokaklardan korkar olduk. Masallardaki gibi. Bir oturuşta kırmızı başlıklı kızı midesine indiren hain kurdun masalıyla büyüdük biz. Evin güvenli ortamından çıkıp yaşam ormanında yolunu yitirenlerin ve kurtlara yem olanların hikâyeleriyle. Artık korkmaya gerek yok, yaşam kayyuma devredilince her yer ev olacak. Ev güvenlidir, düzenin hâkim olduğu dört duvar arasında başınızı hiçbir olay gelmez. Olay, evin dışında gerçekleşir; kaosun, karmaşanın kol gezdiği, derin gölgelerde öcülerin, canavarların beklediği dış ortamda, yaşam ormanında.

Diyelim ki bundan sonra yaşamınızı korunaklı dört duvar arasında geçirdiniz. Ve başınıza hiçbir olay gelmedi. Bu, mumyalanmış olduğunuzu gösterir. Yaşayan her varlık zamansaldır ve başına olay gelir mutlaka; kimi niteliklerini yitirir, kimisini kazanır. Ve olaysız bir evrende yaşıyorsanız dondurulmuşsunuz demektir, bir mumyasınız yani. Biz olayı hep olumsuz olarak anladık. Değişime, dönüşüme yol açan ve sahip olduğumuz nitelikleri, mülkleri yitirdiğimiz bir felaket. Peki, değişimin, dönüşümün, olayın olmadığı bir yaşam, gerçekten yaşam mı yoksa bir katılık hali mi? Öldükten sonra beden katılaşır; işte biz ölüm sonrası katılıktayız şimdi; iktidarın mumyacıları bizi birazdan mumyalayacak.

Yaşam ormanında yaşayan her varlık olaylara maruz kalarak sürekli dönüşen bir oluş haline bürünür; yaşamın dışına çıkarılmış varlıklar ise ölüm katılığına. Yaşamı korkunç bir orman olarak anlatan iktidar masalcılarına inandık ve eve kapandık: Varlığın katılaşmış hali. O kadar çok nedenimiz var ki evde kalmak için. En iyisi kapılarımızı sıkıca kapatıp, kendi üzerimize kapanmak. Ve despot bir babanın ev içine yerleştirdiği modüler mobilya sisteminin bir parçası haline gelmek. Babanın mırıldandığı tek tonlu ezginin içinde sonsuza kadar dondurulmuş bir düzendir bu. Sürekli tekrarlarla, hep aynı olanın geri döndüğü kısır döngülerle yaşamın askıya alınması.

Evden kaçamıyoruz, Alice gibi. Karşıdaki tepeye ulaşmak için önünde uzanan kıvrımlı yolların hangisini seçerse seçsin, her seferinde başlangıç noktasında, evin kapısının önünde bulur kendisini: “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim!” (Lewis Caroll, Aynanın İçinden). Kim inşa etti bu lanet olası evi? İnşasında bir filozof olarak Parmenides’in katkısı çoktur. Hiçbir şeyin değişmediği, hareketin olmadığı küre biçiminde tasarlamıştır evini. Açık adresini bile vermiş: Dosdoğru ilerleyin, yol çatallandığında “sağ”a sapın ve karşınıza kapısında “BİR” yazan ev çıkacak. Aman sakın “sol”a sapayım demeyin; o yol yaşama çıkıyor, değişime, dönüşüme, çokluğa, çeşitliliğe. Evde hiçbir şey değişmez, hareket etmez. Tek olanın diktası vardır. Olay dışlanmıştır çünkü. Merak etmeyin bu evde, engin ufuklara doğru kanat çırpmaya teşne düşüncelerinizi de kayyum belirleyecektir artık, kafanızın içine manşetler atacak. Donup kalacağız, “tıp” oyunundaki gibi; çocukken donar kalırdık ve hareket eden oyundan atılırdı ya, şimdi de hareketin olmadığı evde hareket edenleri, düşüncelerini kanatlandıranları oyundan atacak iktidar.

Yine de çok korkutmasın sizi bu ev. Evin boğucu havasından kurtulmak mümkün. Ülkeyi terk etmekten söz etmiyorum; aksine, iktidara rağmen evin tek sesli ezgisini, çok sesli hale getirmekten. “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” diyor Webern on iki ton müziğini anlatırken. Aslında yaptıkları, evin on iki tona, çokluğa, değişime, yaşama kapalı duvarlarını yıkmak ve yaşamın tüm seslerinin içeri dolmasını sağlamaktı. Nietzsche çekiçle felsefe yaptığını söylüyor; biz de balyozla müzik yapacağız anlaşılan.