"İklim eylemsizliği uygulamada devam ederken, kağıtlar üzerinde uyum süreçleri belirleniyor. Toprağımız, havamız, denizimiz, ormanımız, hayvanımız, kendi canımız kağıttan kulelere emanet."

Yaşamımız kağıt üzerinde kalan sözlere emanet

Ahmet ARAS
Bodrum Belediye Başkanı


26’ncı BM İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nın yapıldığı her dönem hem öncesinde hem sonrasında önemli özellikleri olur. Bu zirvenin de elbette hem iklim açısından hem de sosyo-ekonomik açıdan kendine has yönleri var.

Öncelikle pandemi sonrası yapılıyor olması,pandeminin çoklu etkilerini taşıyor olması epey mühim. Diğer taraftan Paris Anlaşması’ndan sonra güncellenmiş emisyon hedefleri bağlamında yeni değerlendirmelerin konuşuluyor olması ve -bence en önemli nokta- belirlenen hedeflerden uzaklaşılıyor olması ayrıca çok önemli. Bu hedeflerden uzaklaşma, iktidarların toplumları ve elbette doğayı yeterince ciddiye almadığı tartışmasını da getiriyor. Bunun yanında, piyasalar ve yeni bir enerji krizinin kendini gösterdiği gerçeğinden de kaçılamaz. Ve hepsi iklim kriziyle doğrudan ilişkili.

Her zirvede olduğu gibi COP26 da hedefler ile çıkarların, beyanlar ile uygulamaların çatışması; mücadelesi... Mücadelenin sonucu, geleceği çetin biçimde etkileyecektir. Gelecek için somut bir sonuç çıkmalı; somut, gerçekçi adımlar atılmalıdır.

İklim krizini konuşmak, distopik bir yolculuğa çıkmak gibi. Geleceğin felaketlerinden kesitler sunmanın ötesinde, gezegenimizin içine düştüğü, dönüşü olmayan, hali hazırda yaşamaya başladığımız bir yolculuk.

Hiç şüphe yok ki insanlık, yarattığı yıkımı, yaşamaya başlamış bulunuyor.

Felaketler artık sürpriz olmaktan, sinemalarda film olmaktan çıktı; evimizde, tarlamızda, bedenimizde, doğanın tüm canlılarının üzerinde varlığını gösteriyor.

Bugün dünyada ve ülkemizde, siyasi, akademik, örgütsel birçok platformda dünyayı dönüştüren küresel krizler ele alınıyor. Bu krizler birbiri ardına takılıp, süreci felaketlere doğru sürüklüyor. Ekonomik ve finansal krizler bir taraftan sürerken, pandemiyle sağlık krizi de yaşanıyor. Aynı süreçte bir ekolojik yıkım, doğa krizi, iklim krizi büyüyerek yayılıyor. Çarpan etkisi yaratarak büyüyen bir süreçteyiz.

1950'den bu yana dünya nüfusu, üç kattan fazla artarak 8 milyara ulaşmış ve ekonomik üretim 12 kat artmış. Doğal kaynakların ve enerji kaynaklarının sonsuz kullanımı ekosistemleri ve iklimi olumsuz yönde etkilemiş durumda.

Fosil yakıtların sürekli kullanımı, arazi kullanımındaki değişiklikler ve orman tahribatı ise felaketi genişletiyor; atmosfere sera gazlarının salınmasına ve iklim değişikliğine neden oluyor. Dünyayı yok eden fosil yakıtların kullanımını sonlandırmanın zamanı geldi de geçiyor.

Dahası, şu anda büyük miktarlarda atığın çevreye karışmasını engelleyemiyoruz ve 2050 yılına kadar yıllık atık üretiminin yüzde 70 oranında artması bekleniyor.

IPCC’nin yeni raporunda, "insanlık için kırmızı kod" tanımlamasını yapılıyor.

İklimbilimciler, acilen harekete geçilmezse, yaşanan sürecin dünyanın doğal sistemlerinde kırılma noktalarını tetikleyeceği ve bunun geri dönüşü olmayan felaketlere yol açacağından bahsediyor.

Tüm bunlar, iklim değişikliğinin endüstriyel gelişmeden kaynaklanmasının yanı sıra, sürdürülemez olduğuna da açıkça ortaya çıkıyor. Sürdürülebilir bir sürekli büyüme artık mümkün gözükmüyor.

İster kelebek etkisi densin, ister kaos teorisi burada birbirine bağlı ve birbirini çok şiddetli etkileyen bir dizilim söz konusu. Domino taşları gibi bir devrilmenin gerçekleşeceği, hatta gerçekleşmeye başladığı alenen ortada…

Ancak hiç düşünülmeyen noktaların birbirine bu denli bağlı olması hem sistemin hem de sisteme tutunanların ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor.

Devletlerarası, kent-kır arası ve yoksul-zengin arası adaletsizlikler iklim kriziyle birlikte giderek artıyor. Diğer taraftan UNICEF, iklim değişikliğinin doğrudan çocuklara olan etkisini inceleyen ilk raporunu yayımladı.

Rapora göre, dünyada yaşayan her bir çocuk sel ve kuraklık gibi iklim değişikliğine bağlı olaylardan en az birine maruz kalacak ve raporda Türkiye bu bağlamda, dünya sıralamasında 163 ülke arasında 97. sırada yer alıyor. Bu hayal edemeyeceğimiz kadar vahim bir tablo…

Krizin başka bir boyutunu Dünya Meteoroloji Örgütü'nün yaptığı, son 50 yılı kapsayan araştırma gösteriyor. Araştırmaya göre, 1970'ten bu yana hava koşulları kaynaklı afetlerin sayısı 5 kat artmış. Getirdiği can kaybı ise inanılmaz.

Uluslararası İklim Paneli Akdeniz bölgesini dünyada iklim krizinin en sert yaşanacağı yerlerden biri olarak anıyor. Ve “İklim değişikliği mültecileri” diye bir adlandırma var artık.Kuraklık, aşırı sıcaklıklar, sel felaketleri, gıda krizi vs dolayısıyla insanlar kitlesel olarak yer değiştirmek zorunda kalacak.

Bizler; zaten iklim krizinden dolayı artan felaketlerin, bu felaketlerin sonucunda da kitlesel göçlerin yaşanacağı bir konumun içindeyiz. Bu nedenle ülkemize, ciddi sayıda mülteci gelebilme ihtimali artık sadece Akdeniz havzası, Ortadoğu ve Kuzey Afrika gibi ülkelerin rejimiyle ilgili olmayacak.

Bu kadarıyla kalmıyor, bu olumsuz değişimlere bağlı olarak insan sağlığı için tehdit oluşturan enfeksiyon hastalıklarının görülme sıklığında da artışlar olacağı kesin olarak dile getiriliyor.

Halihazırda bir pandeminin zaten içerisindeyiz. Bu salgının ortaya çıkışı da iklim krizinden ayrı bir noktayı teşkil etmiyor.

Covid-19, tüm eşitsizlikleriyle birlikte küresel ekonominin ve toplumların sistemsel kırılganlığını ortaya çıkardı. Bu, gün gibi gerçek, iklim krizi bağlamında da geçerliğini koruyor. IPCC raporunda bile ekonomik adaleti içeren düzenlemelere ihtiyaç olduğu yazıyor.

MonthlyReview dergisi konuya ilişkin bir makale yayımlıyor ve yazıda IPCC’nin henüz yayımlanmamış raporunun içeriğine dair çeşitli aktarmalar yapıyor. O aktarmalarda IPCC’nin Paris İklim Anlaşması taahhütleri dahil uluslararası sözleşmelerde verilen taahhütlerin gerçekleştirilmemesi nedeniyle 30 yıl kaybedildiğini dile getiriyor ve bunu “örgütlü ikiyüzlülük” kavramıyla betimliyor.

Sonuç olarak, bu yüzyılın ortalarında iklim krizinin olumsuz etkilerinin hissedilmeyeceği bir yeryüzü bölgesi kalmayacak. Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın örnekleri çok çarpıcı: “Grönland eridiği zaman deniz seviyesi, 6-7 metre artabilir. Deniz seviyesinin 6-7 metre artması demek, dünyanın kaosa sürüklenmesi demek. Ya da Pakistan’da 20-30 milyon kişinin öldüğü sıcak hava dalgası olabilir”

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ülkemizde son dönemlerde yaşadığımız çeşitli çevre felaketleri de bunlara kanıt niteliğinde. Müsilaj, sel felaketi, günlerce yaşadığımız acı yangınlar, kuruyan göllerimiz, biten tarımımız, kuraklığımız peş peşe gördüğümüz ve engellemek için hiçbir önlem almadığımız kayıplarımız. Göller kuruyor, toprak ölüyor, denizler-okyanuslar kirlilikle baş edemiyor.

Doğa bunu felaketler kaynağı olduğu için yaşatmıyor. Verili sistem ekolojik yıkımı kendi eliyle getiriyor. Daha açık bir dille söylersek üretim ve tüketim sisteminin kendisi; yani kapitalizm. Özellikle 1980 sonrası neo-liberal politikalar bağlamında başlayan dönem bu süreci dünyada olduğu gibi ülkemizde de hızlandırdı. 30 yılı aşkın bu süreç, felaketlerle, yangınla, selle, depremle insanların başa çıkmasını sağlayabilecek kamusal hizmetleri, kamusal alt yapıları da büyük oranda ortadan kaldırdı. Özellikle son on yılda doğaya karşı yapılan yanlışlar, özelleştirme mantığı içinde doğayı kapsamlı bir biçimde metalaştırma bize ağır sonuçlarla geri dönüyor.

Eleştirilere kulaklar tıkanıyor, bilim insanları ciddiye alınmıyor. Çılgın projelere devam ediliyor. Betonlaştırma hız kesmeden sürüyor. Tarımsal üretime dair etkili politikalar gerçekleştirilmiyor. Atıldığı iddia edilen adımlar ne yazık ki kağıtlarda kalıyor, uygulanmaya konmuyor. Tüm dünyada 2400 civarında olan termik santral var iken Türkiye'de 28 adet termik santral bulunuyor.

Ülkemiz kaçışı olmayan bir krizin tam ortasında. Ve ben Bodrum belediye başkanı olarak söyleyebilirim ki Ege olarak, Bodrum olarak krizin etkilerini şimdiden hissediyor ve yaşıyoruz.

Bölgemizde kuraklık başladı. Termik santrallerin ve maden ocaklarının varlığı kuraklığı ve susuzluğu katlıyor. Aşırı sıcaklar, yağışız günler artarak sürüyor. Bodrum’un ve bölgenin flora ve fauna yapısı bozluyor. Bunlara imara açılan yerler eklenince içinde bulunduğumuz durum bir çıkmaza doğru ilerliyor.

Hepinizin bildiği üzere bu yaz büyük bir orman yangını felaketi yaşadık. Temmuzun son haftası itibariyle gelen ve uzun yıllar sonra bu kadar yüksek derecelere varan sıcak hava dalgası ardı ardına gelen yangınlarla karşılık buldu. İnanılmaz bir yok oluşa tanık olduğumuz, büyük kayıplar yaşadığımız günlere sebep oldu.

Muğla’nın neredeyse her bir köşesi yandı; termik santrallere yangının sıçraması gibi büyük bir tehlikeyle yüz yüze gelindi. Kaç canımız hayatını kaybetti, ağaçlarımız öldü, köylerimiz, mahallelerimiz yandı; insanlar yaşam alanlarından, geçim kaynaklarından oldu.

Bu yok oluşu biz sadece ormanların yanışı olarak göremeyiz. Tanıklık ettiğimiz şey döngüsel bir biçimde bir ağacın içinde yer aldığı ekosisteminin tahrip olmasından/ yok olmasından öteye; insanın kendi yaşamsal sisteminin, kültürel varlığının yok oluşuna doğru bir aşamayı işaret ediyor. İklim krizinin ana nedeni olarak nasıl ki ekonomik gerçekliği vurguluyorsak; insanların hayatını sürdüren gerçeğin de aynı nokta olduğu ortada. Ve yangınlarda yaşam alanı, geçim kaynağı ortadan kalkan bir insan için de bu kriz başka krizler olarak da bir dönüşüme sebep oluyor.

Yukarıda sözünü ettiğim geleceğe dair gerçekleşmeyi bekleyen bütün olumsuzluklar, bu insanların deneyimleyeceği bir noktaya evriliyor. Geçim kaynağını kaybeden insan, yaşam biçimini, yaşadığı yeri değiştirmek zorunda kalabiliyor. Bu temelinde, doğadan kendisine aktarılan sürdürülebilir hayat desteğinin yok oluşudur. Bu yok oluş, başta bölgesi olmak üzere, aile yapısından inançlarına kadar kapsamlı bir dönüşüme sürükleyecektir.

Doğayla karşı karşıya kalan insan, animistik dünyasına geri dönebiliyor. Neredeyse tümden insanın, sürdürülemez ekonomik sisteminin yarattığı sorunlar karşısında, iklim krizine engel olmamanın sonucunu yaşayıp; konuyu görmezden gelebiliyor; doğanın intikam aldığı fikirlerine savruluyor.

Yaşadığımız yangınlarda doğa intikam almadı, doğa acı içinde öldü.

Dahası yangınlara müdahalenin yetersizliği, yangın söndürme uçaklarının kullanılmaması, bütün sorumluluğun belediyelere bırakılması gibi noktalar hem yönetim krizini hem sistem krizini gözler önüne serdi.

Ancak krizi fırsata çevirme anlayışı ne yazık ki hiç terk edilmedi, hâlâ da edilmiyor. Bu nokta da henüz yangın sürerken, ormanlık alanları turizme açacak bir yasa çıkıyor ve rantçı yapılaşma politikaları hız kesmeden sürüyor.

Yani insan merak ediyor, yeni krizleri önlemek mi amaç yoksa daha yıkıcı krizlerin önünü açmak mı? Burada temel meselenin bir “yönetememe” hali olduğundan ziyade, yönetim anlayışlarının bu olduğu kanısındayım: “Daha yaygın ve daha yıkıcı krizlerin yolunu açarak ve bu krizleri önlemenin yollarını tıkayarak.”

Bu da krizleri, felaketleri imkân olarak gören bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini yüzümüze vuruyor.

Hatta buna “felaket kapitalizmi” adlandırmasını/ yakıştırmasını yapanlar da oluyor.

Bu anlayış sürdüğü müddetçe insanlar sadece maddi unsurları, yerleşik konumları bağlamında bir dönüşüm yaşamayacak, değerleriyle, kültürleriyle de sınanacak.

Mesele sadece iklim krizi olarak düşünülmemeli, bu komple bir sistem krizi, yaşamsal bir kriz. Şimdi ise önümüzdeki dört yıl, Avrupa Yeşil Mutabakatı’na uyum dönemi olarak belirlendi. Ve Türkiye buna istinaden bu hafta yürürlüğe giren Orta Vadeli Program’da “Yeşil Dönüşüm” hedeflerini açıkladı. Bu hedeflerde iklim değişikliğine sebep olan uygulamalar üzerine politikalar gerçekleştirmeyi planlıyor. Bakanlık ismine “ iklim değişikliği” eklenip göze sürme çekiliyor. İklim Krizi’nin önlenmesine yönelik politikasızlığa kılıf uyduruluyor; doğanın talanının, sömürüsünün üstü örtülüyor. İklim eylemsizliği uygulamada devam ederken, kağıtlar üzerinde uyum süreçleri belirleniyor. Toprağımız, havamız, denizimiz, ormanımız, hayvanımız, kendi canımız kağıttan kulelere emanet.

Bu da hem ülkemizin hem de Bodrum’un daha çok şey yaşayacağının ve bizler için de bir mücadelenin habercisi. Vereceğimiz mücadele bu gezegendeki tüm yaşam için varlık ya da yokluk meselesi.

“Başka bir dünyayı” ancak aynı dünyada kurma şansımız olduğunu fark etmeliyiz.

Her şey “yolundaymış” gibi davranamayız; ama her şeyin yoluna girmesi için uğraşabiliriz.

Seyirci olmaktan çıkıp, iklim krizini ciddiye almalıyız. İçinde bulunduğumuz sistemin sürekli olarak felaket yaratan, bir üretim tarzını aşıp; bir yıkım tarzına dönüşmüş olarak işlediğini görmeliyiz.

Bunun karşısında mücadele ederken, ihtiyaçtan üretime doğru bir hattın kurulması temennimiz. Her alanda hakiki ve uzun süreli bir sürdürülebilirliğe ihtiyacımız var.

Şimdi değilse, ne zaman?