Mucizevi çözümlerin olmadığını anlatan mucizevi bir film ‘Yaşamın Kıyısında’. Film insan ruhuna öyle bir dokunuyor ki, bir süre kendinize gelemiyorsunuz. Filmin 6 dalda Oscar’a aday olduğunu da hatırlatalım

Yaşamın Kıyısında yitik bir ruh

Kenneth Lonergan oyun yazarı olarak isim yaptıktan sonra, kendi yazdığı ve yönettiği ‘You Can Count On Me’ (2000) ile adını duyurmuş. İki dalda Oscar’a aday olan ve 30’un üstünde ödül kazanan bu filmin ardından 2005’te ‘Margaret’i çekmiş. Fakat ‘Margaret’, yapımcı şirketle yaşanan sorunlar nedeniyle ancak 2011’de vizyona girebilmiş. ‘Margaret’in iki versiyonu var, biri 2,5 diğeri 3 saat civarında. Neredeyse vizyona hiç girmeyecek ‘Margaret’ BBC’nin geçen yıl 177 film eleştirmenine sorarak yaptığı ankete göre 21. yüzyılın en iyi filmlerinden biri sayılıyor. Hoş, ben bu listelere hiç inanmıyorum, bana göre bir sürü vasat film de var o listede. Ama Margaret onlardan biri değil ve o listede olmayı hak ediyor. İlerde yapılacak anketlerde Lonergan’ın son filmi ‘Yaşamın Kıyısında’sının (Manchester by the Sea) da en iyiler arasında olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Filmin 6 dalda Oscar’a aday olduğunu da ekleyeyim. Oscarlara da çok fazla anlam yüklenmemesi gerektiğini söylemek lazım. ‘Yaşamın Kıyısında’nın yanına bile yaklaşamayacak olan ‘La La Land’ sonuçta 14 dalda Oscar’a aday.

Yönetmenin iki filmindeki ortak tema
Birbirlerinden farklı filmler olmasına rağmen Margaret’la Yaşamın Kıyısında’nın ortak temaları var. Kanunen suç sayılmayan, ama failinin kendisini affedemediği bir eylem ve onun trajik sonuçları iki filmin de merkezinde yer alıyor. Margaret’ı kahramanı genç kız, suçluluk duygusundan kırtulmak için çok çaba harcıyor, ‘Yaşamın Kıysısında’nın erkek kahramanı Lee Chandler’ın (Casey Affleck) ise bu duygudan kurtulma ihtimalini görmüyor.

Lee, yaşarken kendisini mezara gömmüş, ruhen bitkisel hayatta biri. Böyle bir karakteri anlatan bir film olmasına rağmen, Yaşamın Kıyısında insan ruhuna öyle bir dokunuyor ki, bir süre kendinize gelemiyorsunuz. En azından benim için böyle oldu.

Zamanlar arasında geçiş
Film geçmişte başlayıp bugüne sıçrıyor, sonra zaman zaman yine geriye dönüyor. Bu geri dönüşler filmin en zorlayan kısmı. Bazen, olayın bugünde mi yoksa geçmişte mi gerçekleştiğini anlamakta güçlük çekebiliyorsunuz. Onun dışında filmin gayet basit bir hikâyesi var. Birkaç apartmanın birden kapıcılığını yapan, kadınların yakınlaşma taleplerine yüz vermeyen ve barlarda içip içip kavga çıkaran Lee Chandler, abisinin ölümünün ardından bir sürprizle karşılaşıyor. Abisi, Lee’yi 17-18 yaşlarındaki oğlu Patrick’in vasisi tayin etmiştir. Oysa Lee’nin tek isteği bodrum katında, bir tür mezar gibi olan tek oda evinde, kendinden nefret ederek, yapayalnız hayatını sürdürmektir. Kimsenin vesayetini alamayacağı gibi, yeğeninin yaşadığı Manchester by the Sea’ye de taşınmak istemez. Lee’nin Manchester’da bir geçmişi vardır ve o geçmiş Lee’yi ezmeye devam etmektedir. Geçmişte olanlardan dolayı Lee’yi suçlayan bir sürü insan da vardır Manchester’da. Lee Manchester’a gelemez, Patrick de Manchester’ı terk edip Lee’nin yaşadığı Boston’a gitmek istemez. Patrick, popüler bir öğrencidir. İki kızla birden çıkmakta, bir rock grubunda çalmakta ve okulun hokey takımında oynamaktadır. Film Lee ile Patrick’in bu soruna bir çözüm aradıkları dönemi anlatıyor.

Lee’nin seçimi
Lee, ‘Taksi Şoförü’ Travis’ten bu yana sinemanın gördüğü en yalnız karakterlerden biri. Taksi Şoförü’nün afişinde Robert de Niro, elleri montunun cebinde New York sokaklarında yürürken görülür. Lee de çoğu zaman elleri montunun cebinde, Travis gibi içine kapanık bir şekilde yürüyor hayatta. Lee, vicdan azabından çıkmak, yasını sona erdirmek istemiyor. Kendisini suçladığı gibi başkalarının da kendisini suçladığının farkında. Kendisini cezalandırma isteğiyle karışık öfkesi sonunda dayak yediği kavgalar çıkarmasına neden oluyor.

Geriye dönüşlerde tanıdığımız Lee ise farklı biri. Üç çocuk babası olmasına rağmen kendisi de yaramaz bir ergen gibi. Karısının daha az içmesi, arkadaşlarıyla eğlenirken daha az gürültü yapması vs. için uyarmak zorunda kaldığı yaramaz ama sevimli bir çocuk Lee. Ergen ruhlu yetişkin erkekler daha çok komedilere konu olur ama Lee’nin bir hatası gülünüp geçilemeyecek, trajik bir sonuca yol açıyor. Lee, hatası kanun tarafından suç sayılsa belki biraz daha rahatlayacak, belki cezasını çektiğini düşünecek. Ama Lee’yi vicdanından başka cezalandıracak bir mekanizma da yok. Tıpkı Margaret’in bir kazaya neden olan genç kızı gibi.

Hayatta da böyle olur
Lonergan’ın muhteşem bir diyalog yazma yeteneği ve sanki her sahneyi inandırıcı kılan sihirli bir değneği var. Filmin klasik Hollywood finaline uymaması da bir erdem. Klasik Hollywood tarzında sorunlu kahraman, sonunda birisinin omzuna dayanıp ağlar ve bir anda yasından çıkıp yeni bir hayata başlar. Yaşamın Kıyısında’da böyle olmuyor. Film yine de, küçük de olsa bir ışık yakıyor. Lee, en azından Patrick’le ilişkisini sürdürme niyetinde olduğunu beyan ediyor. Yani sonunda başka birine daha hayatında yer açıyor. Hayatta da böyle olur. Ufak ufak, küçük küçük değişir şeyler. Mucizevi çözümlerin olmadığını anlatan mucizevi bir film ‘Yaşamın Kıyısında’.

***

yasamin-kiyisinda-yitik-bir-ruh-241455-1.

Toni Erdmann: Kapitalizm hastalığı

Bu haftanın diğer filmlerinden ‘Yaşamın Kıyısında’ gibi, ‘Toni Erdmann’ da hayattan keyif almayan, mutsuz bir karakteri anlatıyor ve basit bir çözüm de önermeden bitiyor. Bu sefer kahramanımız genç bir işkadını olan Ines (Sandra Hüller). Ines’in bildiğimiz kadarıyla hayatını karartan özel bir travması yok. Ines’in hastalığının görünen nedeni kapitalist sistem. Ines, iş hayatının sahteliğinde, acımasızlığında, bir kadın olarak ayakta kalmaya çalışıyor. Hem bir kurt kadar yırtıcı, hem de bir fino köpeği gibi sevimli olması gerekiyor. Kadın olduğu için, iş yaptığı şirketin patronunun karısını (ya da sevgilisini) alış verişe götürmek de ondan beklenen işler arasında. Ya da, kimi seksist sözleri duymazlıktan gelmek durumunda. Kadın olmanın getirdiği ekstra sorunlar dışında kapitalizmin insanlık dışılığı kadın ya da erkek herkes için aynı. Ines’in çalıştığı danışma şirketi, başka şirketlere nasıl küçülebileceklerini ve nasıl daha çok kar edebileceklerini gösteren çözümler sunuyor. Küçülmek demek işçi çıkarmak demek. İşsizliğin ne demek olduğu ise ne danışma şirketini ne de diğer şirketleri ilgilendiriyor.

Ines’in babası Winfried (Peter Simonischek) ise bambaşka biri. Kızı ne kadar asık suratlı ve ciddiyse, babası o kadar şakacı ve oyuncu biri. Winfried, yaşlı köpeği ölünce, biraz da hüznünü dağıtmak için kızının yanına Bükreş’e gidiyor. Ama Ines’in, babasının sululuklarını çekecek hiç hali yok. İşine konsantre olmak ve başarılı olmak istiyor o sadece. Winfried kızından yüz bulamayınca, bu kez peruk ve takma dişlerle Toni Erdmann adlı hayali bir kimliğe bürünüp tekrar sahneye çıkıyor.

‘Toni Erdmann’ yönetmeni Maren Ade’nin üçüncü filmi ve Yaşamın Kıyısında gibi bu filmde aynı ankette yeni yüzyılın en iyi filmlerinden biri olarak görüldü. Fakat Toni Erdmann, asıl sansasyonu geçen yıl yarıştığı Cannes’da yaşattı. Film hiç ödül alamadı ama eleştirmenlerden Cannes tarihinin en yüksek notunu aldı. Film özünde acı bir baba kız ilişkisini kimi zaman kahkahalarla güldüren ve doğalcı bir tarzda anlatarak, asık suratlı filmlerden yorulan eleştirmenlerin, yüzlerinde gülücüklerle sinemadan çıkmasını sağlamıştı. Oscar adayı da olan Toni Erdmann, 160 dakikalık süresiyle kanımca fazla uzun. Filmin hikâyesi temelde aynı çerçevede dönüyor. Bu çerçeve içinde gördüğümüz hiçbir sahne kötü ya da sıkıcı değil tek başına ama toplamda filmin beni bir miktar yorduğunu söyleyebilirim. Yine de, Toni Erdmann yılın en iyilerinden biri. Alman sinemasına belki de yeni bir kapı açtığı bile söylenebilir.