1970’lerin sonunda Türkiye’de doğan her bin çocuktan 154’ü 1 yaşından önce hayatını kaybetmiş oluyordu. O zamanki ‘komünist’ komşumuz Bulgaristan’ın çocukları için binde 20 olan bebek ölümü oranına biz de 2000’li yıllarda eriştik

Yaşar mı yaşamaz mı?

Alabora olan mülteci teknelerinden şarampole düşen okul otobüslerine her yerden gelen ölüm haberlerinde çocukların varlığı içimizi herkes için olduğundan daha çok kavuruyor. Buna sebep belki onların kaybettiği yılların yetişkinlerinkinden çok daha fazla sayıda olması gibi aritmetik bir hesap, ya da küçük olanın yaşama hakkının daha çok olduğuna inancımız…

1970’lerin sonunda Türkiye’de doğan her 1000 çocuktan 154’ü 1 yaşından önce hayatını kaybetmiş oluyordu. O zamanki ‘komünist’ komşumuz Bulgaristan’ın çocukları için 1000’de 20 olan bebek ölümü oranına biz de 2000’li yıllarda eriştik. Pozisyonu bir biçimde koruyoruz. Her ne kadar, OECD ülkeleri arasında sağlık standartları açısından sondan 7’nci olsak da, özellikle aşılama ve bebek sağlığı kampanyaları ile kısacık ömürlü bebek sayısının ciddi biçimde azalmış olması bir avunduruyor.

Bebek ölümü rakamlarının yüksekliği 70’ler öncesinde doğmuş olanların hepsi için aynı anlamı taşımayabilir. İlkokul kitaplarımızda yazdığı ve hepimizin ezberlediği gibi Türkiye nüfusunun yüzde 70’inin köylerde yaşadığı o yıllarda bebek ölümlerinin büyük bölümü de köylerdeydi. Sağlık hizmetine erişimden uzakta yaşayan insanların aşılama ve tedavi olanaklarından yararlanması için geliştirilen ‘sosyalizasyon’ uygulamasıyla 1960’ların ilk yarısında kırsal bölgelerde sağlık ocaklarının oluşturulması bebek ölümlerine son vermek için en önemli adımdı. bebeklerin ölümlerinin tek etkeni enfeksiyonlar değildi; anne sağlığına ve gebeliğe ilişkin sorunlar, doğum sonrasındaki zorlukları da eksikli listeye eklemeliyim.

Bu sayılara bakarken Ceyhun Atuf Kansu’nun 1947’de yazdığı ‘Kızamuk Ağıdı’ şiirinin dizeleri rasgele akla gelir. Kansu Turhal’da hekim olarak çalıştığı yıllarda tanık olduğu bebek ve çocuk ölümlerinin yarattığı hüznü geleceğe aktarır; annelerin ve babaların en korktuğu’ olayı dile getirir:

(…)

Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,

Çocukları kızamuk döküyor,

Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,

Gelincikler arasından öyle masum bakıyor.

Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,

Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,

Ve, düşmüş bir gül oluyorlar birden,

Bebekler ölüyor, ölümden habersiz.

Ali’lerin kızı Emine’yi gördüm,

Öldü... Yusufların Kadir öldü, emmisinin Durdu öldü,

İkindiye doğru, evlerine vardım,

Gördüm, Döne öldü, Ali öldü, Dudu öldü.

Bir bir saydım, yirmi üç çocuk,

Ah, güllü Gülizar öldü,

Gördü kış güneşi, gamlı ve donuk,

Daldı oğlanlar, çiçekti kızlar, öldü.

(…)

İnsan ister istemez düşünüyor. Bir anne bebeği doğduğunda onu bir yıl içinde kaybetme olasılığının binde 154 olduğunu bildiğinde (Ya da istatistik yanı zayıf olsa bile, önceki evlatlarından bazılarını kaybetmişliğiyle, sezdiğinde) nasıl hissederdi? Kalıcı mı, gidici mi olduğunu bilmediği bir bebeği daha olan annenin en azından ilk yıl içinde bebeğine bağlanmasının etkileneceğini söylesek, doğru olur mu?

Anne bebeğinin yaşayacağından, onu kaybetmeyeceğinden emin olana kadar sağlam bir bağ kurmayı ertelemiş olsaydı, hele bu bir yaygın uygulama olsaydı, çocukların ruhsal gelişimini etkileyebilirdi. Bebekler büyüdüklerinde, onların yakın ilişkilerinde bir türlü kendilerini emniyette hissetmeyişlerinde, ne yapsalar kendilerini başarılı ya da değerli göremeyişlerinde bu ilk ilişkinin zedelenmesini sorumlu tutabilirdik.

Bebeklerin her yıl binlercesinin öldüğü köylerde doğup büyümüş, bugün kendisi çocuk sahibi olmuş milyonlarca yurttaşımızın bebeklikte ‘ilk ilişki’lerindeki bu gecikmeli kabul ve yaratabileceği eksiklik telafi edilebilir cinsten olmalıydı ki, yakın ilişkilerde kızamık salgınına benzer bir ‘yıkım’ görmüyoruz.

Annenin bebek doğar doğmaz, hatta doğmadan önce işlemeye başlayan ‘kendinden olan’ ile bağlanma mekanizması (Örneğin oksitosin salınımı gibi) bu sayısal ya da sezgisel olasılık hesaplarından bağımsız işleyeceğindendir belki, bebeğe ilişkin yaşam beklentisini anneler sonsuz olarak hesaplayagelmişti. Ancak daha bir önceki yıl bir bebeğini ya da çocuğunu kaybetmiş bir annenin ruh durumunun bu koruyucu çabayı göstermeye pek elvermeyeceğini de söyleyebiliriz.

Bir bebeğin ölümünün diğer bebek ve çocukların anne-çocuk ilişkisinden beslenmesini engelleyici etkilerini ülkemizde bebek ölümlerinin salgın gibi olduğu yıllarda araştırmış olan eserleri buldukça daha somut cevaplar geliştirilebilir. 1950’li ve 60’lı yılların bebekleri arasında ihtiyacını alamadığından ötürü incinip ilişkisiz kalmış olanların gelecekte nasıl insanlar olduklarına ilişkin spekülasyonlar yapmak cazip; ama daha anlamlı verileri yaşayanlardan elde edebiliriz. Ölüp giden bebeklerinin talihini döndürmek için annebabalarının adını ‘Döndü’ koyduğu, ‘yaşar mı yaşamaz mı’ sorusuna adeta yanıt olsun diye adını baştan ‘Yaşar’ koyup umut bağladığı bebeklerden bugün 50’lerinde ve 60’larında olanlarının bu sorulara cevaplarını bu çerçevede merak ederim.