Bu yazının yazıldığı gün itibariyle Boğaziçi Üniversitesi’nde gözaltına alınan öğrenci sayısı 13 olmuştu ve çoğunun gözaltı süresi de 1 haftayı geçmişti. Suçları neydi peki bu öğrencilerin: “Afrin lokumu” dağıtan başka öğrencileri protesto etmek. Şiddete başvurmak yok, kamu malına zarar vermek yok, terör propagandası yok. Kanunda “suç” diye tarif edilen herhangi bir şey yapmamışlardı, ama yeni rejim gereği artık ağzından çıkan söz kanun sayılan kişi tarafından “Bu teröristlere, bu komünistlere öğrenim hakkı tanımayacağız” denilerek haklarındaki hüküm çoktan verilmişti.

Hemen yazalım: Öğrenim hakkı anayasal bir haktır ve savaşa karşı çıkmak suç değildir. Ancak siyasetin dost-düşman ikiliği üzerine inşa edilip bir ölüm siyasetine dönüştüğü, süreklileşmiş olağanüstü halle temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı günümüz Türkiye’sinde, bu ölüm siyasetinin karşısında olanlar, adı konulmamış bir şekilde “rejim muhalifi” ve “iç düşman” olarak damgalanmakta, ona göre muamele görmektedirler.

Bugün Türkiye’de siyasetin merkezinde ölüm vardır. Gece gündüz ölmeye, öldürmeye, ölümün kendisine övgüler düzülmektedir. Bayraklar kan akmadan bayrak olmayacak, vatan da ancak uğrunda ölenler olursa vatan olabilecektir; uğruna ölünmeyen vatan ise ancak kuru toprak, arsa olabilir. Şehadet şerbeti dünyanın en tatlı şerbetidir, onu içmek veya içmeyi istemek öncelikli vatandaşlık görevidir. Anneler babalar, sıvası dökülen yoksul evlerine asılan bayrağın altında televizyon kameralarına “Üç çocuğum daha var, gözümü kırpmadan onları da gönderirim” demelidir. Herkes kefenini hazırlamalı, yola kefenle çıkmaya hazır olmalıdır. Milletçe bir beka, yani ölüm kalım savaşı vermekteyizdir, bu yüzden “Su uyur düşman uyumaz” diyerek hep teyakkuz halinde, hep seferberlik halinde olmamız gerekmektedir.
Bugün Türkiye toplumuna vaat edilen tek şey ölümdür ve üstelik bu, tutulabilen tek vaattir. Cephede öl, iş cinayetinde öl, madende öl, inşaatta öl, erkek cinayetlerinde öl, yasal mermilerle öl, tarikat yurtlarında öl…

Ülke tarihinin en büyük iş cinayetinin, Soma Katliamı’nın tanıklarıyız, ülke tarihinin en büyük terör saldırısının, 10 Ekim Katliamı’nın tanıklarıyız, beton medeniyetinin kurbanı inşaat işçilerinin her gün ikişer üçer ölüp gitmesinin tanıklarıyız, tarikat yurtlarında çocukların yanarak ölmesinin, istismara, tecavüze uğrayıp diri diri gömülmesinin tanıklarıyız, “namus” adına öldürülen kadınların tanıklarıyız. Ölümün hükmünü icra ettiği, ölümün dibine kadar politik bir karakter taşıdığı zamanlardayız.

Ucuz emek sömürüsüne, sigortasız, taşeron çalıştırmaya dayalı, tarımı bitirerek yüz binlerce kişiyi madenlerde ya da inşaatlarda çalışmaya mecbur bırakan bir emek rejiminde kim her yıl binlerce işçinin ölmesinin bir tesadüf olduğunu söyleyebilir? Daha dün Torunlar İnşaat’ta çalışırken ölen 10 işçi için verilen ceza sadece 60 bin lira olarak belirlenmişken, yani bir daire parası bile ceza diye verilmemişken, kim bu ölümlerin engellenmeye çalışıldığını iddia edebilir?

Suruç ve 10 Ekim… Kim bu katliamların gerçekten aydınlatılacağını, gerçek faillerin bulunabileceğini iddia edebilir, kim bu insanlar için gerçek anlamda bir kamusal yas talebinde bulunulduğunu, bu insanların gerçek anlamda bu ülkenin yurttaşları olarak görüldüğünü iddia edebilir? En fazla “ölmüştür geçmiştir” denilenlerden değil midir bu insanlar?
Süleymancıların yurtlarında, Kuran kurslarında, Ensar evlerinde minicik ömürlerin çalınması, diri diri mezara gömülmeleri nedensiz midir? Kininin ve dininin sahibi nesiller yetiştirmek için değil midir bu tarikat-cemaat okullarının pıtrak gibi çoğalması, denetlenmemesi, sorumluların cezalandırılmaması?

Muhafazakârlığın ikiyüzlü ahlak anlayışıyla, dinin kadına bakışıyla, kadını “anne”den ibaret görüp eve kapatma arzusuyla ilgili değil midir bu kadar çok kadının erkek cinayetlerine kurban gitmesi? Bu sayının son on beş yıldır katlanarak artması bir tesadüf olarak görülebilir mi?

İç savaş sırasında İspanyol faşistlerinin sloganı “Viva la Muerte,” yani “yaşasın ölüm”dü. Bütün faşistler gibi İspanyol faşistleri de savaşa, ölmeye, öldürmeye tapınıyor, bir ölüm siyasetinin taşıyıcılığını üstleniyorlardı. Bugün Türkiye’de siyaset hızla bir ölüm siyasetine Türkiye toplumu da bir ölüm toplumuna dönüşüyor. Ölüme methiyeler düzülüyor, savaşa tapınılıyor, topluma sadece ve sadece ölmek vaat edilebiliyor. Buradan çıkmalıyız, buradan bir “yaşam siyaseti”yle, yaşamı savunan bir siyasetle çıkmalıyız. Savaşa, iş cinayetlerine, kadınların ve çocukların katledilmesine karşı, topluma yaşamı, insanca bir yaşamı, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” bir yaşamı vaat etmeli, bu vaadin hayata geçirilebilirliğini göstermeliyiz, ölüm siyaseti karşısındaki son şansımız bu çünkü.