Yeni yılda ışıltılı mağaza vitrinlerine bakarken Ernst Bloch’un ‘Umut İlkesi’ adlı kitabında “Kimse kendi derisinden dışarı çıkamaz. Ama kolayca bir yenisine girebilir, tüm bu tanzim ve tertip, giyim kuşam bunun içindir” sözünü hatırladım. ‘Deri’ kavramının psikanalizdeki yeri, özellikle Dider Anzieu’nun ‘Deri-Ben’ kitabıyla başka bir anlama kavuşmuştu. Anzieu’ya göre, benliğin çocukluktan itibaren deri aracılığıyla geliştiğini öne sürer. Deri, dünyayla aramızdaki yüzeyi, sınırı, hatta imgesel düzeyde derinliği oluşturur. Bebekle anne arasında kurulan ilk temaslar deri aracılığıyla benliği kurmaya başlar çünkü. Ve bütün bu şık giysiler, vitrinler, aslında içinden çıkamadığımız derinin üzerine başka bir deri giyme ihtiyacını da açıklıyor. Başka biri olmak istiyoruz, kendi tercihlerimizle ya da başkalarının bizi nasıl görmesini istediğimiz gerçeğiyle… Başkaları tarafından arzulanabilir biri olma arzusu…

Alışveriş yapmanın rahatlatıcı etkisi, tam da bu noktada başlar. Bir elbise aldığımızda, sadece o elbiseyi değil, o elbisenin vaat ettiği ve atıfta bulunduğu imgeleri, fantezileri de alırız. Bu yüzden bir ürünün teşhiri, reklamı, ürünün kendisinden bile önemli hale gelebilir. İhtiyacınız olmayan, daha önce arzulamadığınız bir şeyi, vitrinde görünce arzular hale gelmenizin nedeni de o ürünün vaat ettiği imgedir aslında. Sanki o şeyi aldığınızda, pek çok sorununuz çözülecekmiş gibi… Bloch, iyi bir teşhirin telkin edici olması gerektiğini yazmıştı ve iyi bir teşhir ‘bütün’den çok ‘parça’yla ilgiliydi, bütün yerine parçalar konuyordu vitrine ve her parça bize bir şey söylüyordu, arzu tamamlanmamalıydı.

Peki ama, neden başka bir deriye ihtiyaç duyuyoruz, başka bir ‘ben’e? Winnicott, ‘Oyun ve Gerçeklik’te, sahte kendiliği, çevrenin sağlayamadığı olumlu ortamı sürekli olarak oluşturmaya yönelik bir aktivite olarak tanımlar. Demek ki, insanların hakiki benlikleri, bu ihtiyaçlarını karşılamıyor, ya da ihtiyaç diye düşündüklerini. Ya da hakiki kendilik bir travma geçirmiştir ve yeniden zarar görmemesi için gizlenmiştir. Dönüp kendi hakiki benliklerindeki meselelerle uğraşmak yerine sahte bir kendilik inşa etmek, belki de bu yüzden kolay bir çözümmüş gibi geliyor pek çok kişiye. Ama ‘yaşıyorum’ ya da ‘yaşadım’ diyebilmek, ‘olmak’la, yani kendini ‘gerçek’ hissetmekle mümkün. Gerçekliğin bu kadar parçalandığı bir zamanda, başka derilerin içine girme arzusu da doğal olarak artıyor.

Winnicott, insan yaşamını üç alana ayırıyordu; kişilerarası ilişki, insanın kendisiyle kurduğu ilişki ve kültürel deneyim alanı… Bu üç alan içinde bana göre en önemli olanı, insanın kendisiyle kurduğu ilişki. Kendi içimizde derinleşemediğimizde diğer ilişkilerde de yüzeyde kalıyoruz ve sahte kendilik geliştirmeye yatkınlaşıyoruz. Kültürel deneyim alanı, iç ve dış ilişkilerin kesişim noktasında yer alıyor, sanat, edebiyat, mimari, sinema, felsefe… Bu alanlardaki yaygın örnekler, kendimizle ve çevremizle nasıl ilişki kurduğumuza dair örneklerle dolu, derinlikten ziyade kolay ve yüzeysel olana ilgi… Ama tümü böyle değil elbette, üstelik derinliğin anlamı da geçmişe göre epey değişti; yüzeyseldeki derinlik, edebiyattan sinemaya çokça ele alınıyor artık.
Yeni yılda, umarım herkes bir parça da olsa kendi içine döner, rüyalarına, hissettiklerine ve hissettiklerinin anlamına bakar, edebiyatı ve sanatı gerçeklikten bir kaçış alanı olarak değil de, gerçekliği değiştirmek ve anlamak için yaşar. Yaşıyorum diyebilmek için…