‘Ve Perde’nin gençlik yıllarını çoktan geride bırakmış Maria’sının dramı, Sunset Blvd.’ın Norma Desmond’unun yanında çok hafif kalsa da, hiç de önemsiz değil. Geçip giden sadece gençlik de değil ki...

Yaşlılar bilebilse, gençler yapabilse!

Kadınlar: Orta yaşlı, genç ve çok genç üç kadın. Maria Eders (Juliette Binoche) orta yaşlı bir oyuncu, genç Valentine (Kristen Stewart)ise Maria’nın kişisel sekreteri.
Oyunculuk kadınlar için en nankör mesleklerden biri. Erkek meslektaşları 70’li yaşlarında dahi aksiyon filmlerinde boy gösterip, genç kızlarla aşk yaşarken, çoğu kadın oyuncu 40’lı yaşlarına gelmeden emekliye ayrılıyor. İlginin odağı olmaya alışmış kadın oyuncuların yaşlılıkta yaşadıkları çöküşü en iyi anlatan filmlerden biri Sunset Blvd’dır.

‘Ve Perde’nin gençlik yıllarını çoktan geride bırakmış Maria’sının dramı, Sunset Blvd.’ın Norma Desmond’unun (Gloria Swanson) yanında çok hafif kalsa da, hiç de önemsiz değil. Geçip giden sadece gençlik de değil ki... Yaşam tarzı değişiyor, zevkler değişiyor, teknoloji değişiyor. Gençler yaşlılardan çok daha fazla şey biliyorlar yeni dünya hakkında ama yaşlılar ipleri ellerinde tutabilmek için sonuna kadar mücadele ediyorlar.

Maria bir yandan Valentine’i kıskanırken, Valentine’den de genç başka bir rakibe çıkıyor karşısına: Çıtır sinema oyuncusu Jo-Ann Ellis (Chloe Grace Moretz)...
‘Ve Perde’ gençlikle yaşlılığın rekabeti, farklı oyunculuk anlayışları, sanat sineması-kitle sineması ayrımının yapaylığı ve yöneten-yönetilen gerilimi üzerinde çok keyifli bir şekilde salınıyor. Juliete Binoche çok iyi. Kristen Stewart daha da iyi. Chloe Grace Moretz de parlıyor. Film, temalarını düz bir şekilde değil, “Film içinde film içinde gerçek içinde rol” diye tarif edebileceğim bir sarmalda tartışıyor. Maria ile Valentine, Valentine’in rolü için prova yaparken oyunun içinden çıkıp, kendi gerçekliklerine, oradan tekrar oyuna girip çıkıyorlar. Film kahramanları arada kendilerini canlandıran Binoche, Stewart ve Moretz de oluveriyorlar. Stewart’ın geçen senelerde evli bir adamla yaşadığı kaçamak sanki Jo-Ann’in filmdeki karakterinin yaşadıklarında karşılık buluyor.

Kadın ve sanatçı rekabeti üzerine bu müthiş oyunculuk gösterisi çok iyi yazılmış diyalogları ve etkileyici sinematografisiyle su gibi akıp gidiyor, ta ki epilog bölümüne kadar. Bu epilog bölümünün neden var olduğunu anlamadım. Filmin asıl kahramanı gidiyor ve film bitiyor. Ondan sonra filmi neden seyretmeye devam ettiğimizi anlayamadım. Filmin asıl kahramanı benim öznel tanımlamam, kabul. Belli ki yönetmen başka türlü düşünmüş ama en azından benim için geçerli değil düşündüğü. Epilog bölümü, filmin etkisini çok zayıflatıyor, hatta dağıtıyor. Yönetmen Olivier Assayas o noktaya kadar beni şaşırtmıştı, böyle akan bir film de yapabiliyormuş demek diye düşündürtmüştü. Huylu huyundan kolay vazgeçmiyor.

***

Ecdadımızı kestiler

Kahramanlık hikâyeleri temelde doğru şeyler söyler. Kötülere karşı savaşacaksın! Ama en önemlisi kendin de bir kötüye dönüşmeyeceksin! Bencilliğini, açgözlülüğünü, intikamcılığını dizginleyeceksin. (İntikamcılık konusunda aslında mesajlar genellikle karışıktır. Kötüye gösterilen hoşgörü genellikle daha fazla kötülükle ödüllendirilir.) Yani aslında dışındaki kötülükle mücadele derken asıl zaferi kendi benliğine karşı kazanırsın, asıl yolculuk içte yapılan yolculuktur. Hobbit filmleri de özünde bunları söylüyor. İyi, güzel.

Ama kardeşim bunları 2, bilemedin 3 saatlik bir filmde anlatırsın. Her biri 2,5 saatlik 3 film yapmanın tek anlamı var: Yaptığın filmlerin mesajını kendin almamışsın! Peter Jackson’ın gözünü hırs ve para bürüdüğü için Hobbit’i sündürdü de sündürdü, uzattı da uzattı. Jackson, ejderha Smaug’un ta kendisine dönüştüğünün farkında mı acaba?

Hobbit ve dolayısıyla Yüzüklerin Efendisi’nin Türkleri ilgilendiren bir yanı da var. Ork sözcüğü belli ki Türklerden, Orkların sonu “abad”la biten kent isimleri de belli ki Aşkabad gibi Türkmen kentlerinden esinlenmiş. Tamam Batı ırkçı da, ecdadımız da kendisini nasıl bu kadar korkunç tanıtmış oturup düşünmekte fayda var. Ecdadımız ecdadımız diye böbürlenip duranlar buna da bir cevap verse...

***

Kars’ta SERKA’nın film yarışması vardı



Kars, Türkiye’nin en değişik kenti galiba. Dördüncü kez gidiyor olmama karşın değişik mimarisi, erken inen akşamı, melankolik havası ve Ani antik kentiyle beni yine büyüledi. Mimari, tabii ki Ermenilerden ve Ruslardan kalma mimari... Kars’ı değişik kılan da temelde bu mimari.

Geçen hafta sonu yönetmen Pınar Şenel ve akademisyen Enver Özüstün ile birlikte Kars’ta düzenlenen Serhat Kalkınma Ajansı’nın (SERKA) Kurmaca Kısa Film ve Belgesel Yarışması’nda jüri olarak görev aldık. Belgesel dalnda Onur Demir ‘Çayır Zamanı’yla, kısa film dalında ise Aziz Çapkurt ‘Topaç’la birinci oldular. Aziz Çapkurt’un ismini Antalya Film Festivali’nde aldığı en iyi yardımcı oyuncu ödülüyle de duymuştuk. Aziz Çapkurt belgesel dalında ‘Aras’ın Kuşları’yla da ikincilik ödülünü aldı. Belgesel dalında üçüncülüğü İlknur Yılmaz ‘Malakanlar-Molokonlar’ ile elde etti. Kısa film dalında ikinciliği Cengiz Tapan ‘Mülk’, üçüncülüğü Özer Kesemen ‘Küçük Kara Balık’ ile kazandı. Ağrılı lise öğrencileri Zeynep Kotan ve Emre Demir ise kısa film çalışmalarıyla teşvik ödülüne hak kazandılar. Gençlerden gelecek yıllarda daha iyi filmler bekliyoruz ama!

Yarışmada emeği geçen herkese teşekkür ederim. Keyifli 2 gün geçirdik Kars’ta. Sadece yörede çekilmiş filmlere açık bu yarışmanın iyi bir fikir olduğunu düşünüyor ve sinema üretimine hem nicelik hem de nitelik olarak katkıda bulunacağını umuyorum.