Geçen gün TV kanallarından birindeki anahaberde, siyasetin küçülerek bir tencereye sığödırıldığı söylenmişti. Herkesin karnı doyunca, bütün bu huzursuzluklar sona mı erecekti? Bütün derdimiz gerçekten ekonomi miydi? İnsanlık tarihi boyunca açlık en önemli araçlardan biri oldu. Roma İmparatorluğu dönemindeki isyanların çoğu, yeterince ekmeğin üretilmemesiyle ilgiliydi. Roma şehrinde halka bedava ekmek dağıtılınca isyanlar sona eriyordu. Özgürlük mü, ekmek mi tercihine, geniş yığınların verdiği tepki çoğunlukla ekmekten yana oluyordu. İnsanlar ancak karınları doyduğunda başka şeylerin tadını çıkarabiliyordu. Neoliberalizm ve onun ürünü olan tüketim toplumuyla birlikte, toplum diye bir şey olmadığı, tek tek bireylerin olduğu ve güçlü olanın ayakta kaldığı ve her şeyi hak ettiği gibi bir propaganda bilinçdışında yer bulmaya başladı. Bu durumdan en çok faydalananlar muhafazakârlar oldu, boşlukta kalan insanları kendilerine çektiler, çünkü en azından toplum olmasa da cemaat şeklinde bir alternatif sunuyorlardı, insanların tek başlarına kalmalarıyla ilgili korkularını kullandılar. Ama bu durum bir yanıt olamadı, tersine neoliberalizme eklemlenmenin başka bir aracına dönüştü. Kontrolsüzce büyüyen sanayi ve tüketim, doğayı yıkıma sürükleyince, doğa da kendi dehşetini büyüterek geri döndü; iklim krizi, insan kanında tespit edilen mikroplastikler, yeni ve yok edici virüsler gibi… Bütün bu yaşanılanların sonucu, derin bir güvencesizlik hali oldu.

***

Franco ‘Bifo’ Berardi’nin psikosfer diye tanımladığı toplumsal bilinç durumlarının günümüzdeki halini ve Guattari’nin son kitabı ‘Chaosmosis’te altını çizdiği gibi zihinsel içe patlamadan kaynaklı zehirli havanın etkilerini, tıpkı Marmara denizini kaplayan müsilaja benzetmek mümkün. Yıllar içinde yavaş yavaş doğası değişen denizin bir sabah herkesi şaşkına çeviren hali gibi, içinde bulunduğumuz psikosfer de oksijensizlikten bizi ruhsal açıdan boğulma tehlikesiyle baş başa bırakabilir. Bu boğulmadan kurtulmanın yolu, Deleuze ve Guattari’nin ‘Felsefe Nedir?’ kitabında değindikleri gibi, yavaşlamaya, kaosun etkilerinden korunmak için bir parça da olsa düzene ihtiyacımız var. Bilgi teknolojisi hızlanırken, bilinç aynı hızda çalışamıyor ve bu hız yanılsaması içinde insanlık bir belirsizliğin içinde sürükleniyor. Yavaşlayamayan ve kendi gücünün farkına varamayan, pek çok hünerini bilgi teknolojisine devretmiş zihin, yaratıcılığını ve duyarlılığını kullanmakta zorlanıyor. Meditasyon ve benzeri, zihni yavaşlatan ve bir düzene sokmaya çalışan uygulamaların günümüzde neden büyük bir ihtiyaç haline geldiğini de açıklıyor bu durum. Kafein, enerji içecekleri gibi uyarıcıların kullanımı artarken, tam tersine yavaşlatan ya da zihni bir düzene sokma iddiasıyla antidepresan kullanımı da artmış durumda. Uyumak için de, uyanmak ve canlanmak için de haplar, vitaminler, bitki çayları… Yeni kuşakların sıkılmaya, yalnızlığa, hüzne tahammülsüzlüğünü, ancak içinde bulunduğumuz psikosferi tanıyarak anlayabiliriz.

***

Her fırsatta geldiğim balıkçılar kahvehanesinin bendeki etkisi, tam olarak bu galiba, yavaşlama... Karanın çılgın hızından kısmen kurtulmuş deniz insanları arasında olmak belki de bu etkiyi yaratıyor. Denizin ve dalgaların ritmiyle düşünmek, yanan bir odun sobasındaki çıtırtılar… Üstelik burada bir düzen de var, tanıdık insanlar, neyin ne olacağı belli… Olaylara ve insanlara uzaktan bakabilme şansı, bütün o karmaşanın dışına çıkarak…

Franco ‘Bifo’ Berardi, bu kaosun içinde yapılması gerekenleri, ‘Kahramanlık Patolojisi’ kitabında şöyle özetlemiş: Şüpheci olun. Ait olmayın. Ölüm ve kölelik arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsanız, köleliği tercih etmeyin. Umutsuzluk ve neşe birbirini dışlamaz, neşeli olmak çaresizlikle baş etmenin en etkili yolu. İroniyi en yukarıya koyuyor Berardi, mücadele etme yolu olarak. Yavaşlamadan yaratıcı kendilik ortaya çıkmaz. Sıkılarak…