Çocuklarımız yazları değil de kışları haylazlık ya da yaramazlık yaptıklarında bundan neden rahatsız oluyoruz ?

Yaz haylazlığı

Gazetelerde her yıl “Yaz geldi, okullar kapandı, çocuklarımız ne yapsın?” sorusuna birtakım cevapların uzmanlarca söylendiği döneme girdik. Bu sorunun bir uzman cevabı gerektirdiğini düşünmesem de, konu üzerinde beraberce düşünmeye değer.

Tatille birlikte üzülsek mi, sevinsek mi duyguları arasında kalmış bir çok anne-baba okulların en azından çocukların gündelik hayatını dolduruyor olmasının değerini yaz aylarında daha çok anlıyor. Özellikle kentlerde yaşayan, gününün çoğunu işte ve trafikte işe gidip gelmekle geçiren modern anne-babanın önceki kuşaklara çok sıradan gelen bu konuyu (‘ çocuğa ne yaptırtalım ?’) uzman cevabına göre düzenlemek zorunda kalması ayrı bir mesele. Düşünün, uzun sıcak yaz günlerini avarelikle, aylaklıkla, kısacası boş gezerek, zaman öldürerek, haylazlıkla geçirmiş kuşakların tükendiği bir zamandayız.

Çocuklarımızın haylazlığı bir hayal, kendi çocukluğumuzun haylazlığı ise çoktan geride kalmış ve geri gelmeyecek bir hatıra… O zaman haylazlık belki de erişmek istediğimiz bir zamanın simgesi olarak çocuklarımızda gördüğümüzde hafiften hoşumuza giden bir durum.

Peki, o zaman, çocuklarımız yazları değil de kışları haylazlık ya da yaramazlık yaptıklarında bundan neden rahatsız oluyoruz ? Sorumluluk ve görevlerin belirli olduğu okul döneminde sınıfta yerinde oturmamak veya dersi dinlememek veya ödevleri yaparken hayatı annesinin burnundan getirmek bir sorun mu sayılmalı ? Eskinin haylaz ve yaramazlarına, yoksa artık ’dikkati dağınık’ veya ‘hiperaktif’ mi diyoruz ? Çocuk psikiyatrlarının Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) dediği durum, bir haylazlık ve yaramazlık çeşidi mi ?

Çapraşık bir konu: Her çocuğun dikkati dağılabilir, aşırı hareketlenebilir. Kendisini tutma becerileri yetişkinlerinkinden zayıftır, dürtülerine kolayca kapılabilir. Haylaz çocukların çoğu bazen dikkatsiz, bazen aşırı hareketli, bazen de dürtüseldirler; ancak, hepsi birden ve her zaman olmaz ; zora geldiklerinde de bu özellikleri hiç göstermez, işlerini yürütürler.

DEHB tanısı alan çocuklar ise genellikle ve hemen her yerde dikkatsiz, dağınık, aşırı hareketli ve dürtüseldirler. Görev ve sorumluluklarını planlamakta, hatırlamakta, yerine getirmekte ( iş çok ciddiye bindiğinde bile) zorlanırlar, bazen de umursamaz görünürler. Arkadaşlıkları etkilenir, istemeden bencil veya rahatsız edici olarak algılanır, bu durumu fark etmedikleri için de düzeltmekte zorlanırlar.

Haylazlık görünüşte DEHB’ye benzer, ama gelişimi engellemez. DEHB tanısı ise bir dışlama etiketi değil eğitime tam katılım, ilişkilerini ve kişisel gelişimlerini sağlamak için destek yollarını aramaya ve bulmaya yetişkinlere bir davet ve aslında bir mecburiyettir.

Çocuğun yüksek menfaati ne gerektirirse…
Çocuklarda görülen gelişimsel/ruhsal bozukluklara bir tanı konması akademik/bilimsel bir perspektifle ve ortak, nesnel bir zemin oluşturmak amacını güder. Temel amaç çocuğa bir yarar sağlaması, çocuğun gelişiminde çıkabilecek engellerin aşılmasında bu ‘tanı’ bilgisinden yararlanarak yöntemler geliştirilmesidir. Bir başka deyişle, çocuğun bu tanıyı taşıyor olmakla ‘başına gelecek’ tek şey pozitif ayrıcalıklar olmalıdır. Örneğin, otizm tanısını düşünelim. Çocuğun iletişim ve etkileşim becerilerinin gelişiminde ciddi bir eksiklik, davranış ve öğrenmesinde kalıpçı tekrarlayıcı örüntüler özellikle sosyal gelişimi önemli ölçüde bozar. Uygulanan eğitsel ve gelişimsel yöntemlerle otizm tanısı alan çocukların dil ve bilişsel gelişimi hızlanır ; açıklar çocuğun « normal » okul sistemine katılımına elverecek kadar azalır. Otizmli çocuğun kendine özgü düşünme ve ilişkilenme özellikleri ise devam edebilir, başkalarının « tuhaf » bulacağı davranış (düzen değişikliğinden aşırı rahatsız olma gibi) ya da ilişki (sosyal ilişkilerdeki bazı nüansları sezememe sebebiyle yanlış anlamalar gibi) problemleri görülebilir.

Bu tip « farklılık »ları çocuklarda gördüğünde çocuğun hangi tanıyı almış olduğunu soran yetkili kişiler anne-baba « otizm » sözcüğünü (bazen dışlanma korkusundan) telaffuz etmemiş olsa bile « bizim okulumuz otizmli çocuklara uygun değil » demekteler. Oysa, otizm (ve otizm kavramının daha çok çocuk destek alabilsin diye hafif durumları da içerecek şekilde genişletilmesi ile ortaya çıkan « otizm spektrum bozukluğu ») tanısı ile tek bir kütleden söz edilmediği gibi, bu tıbbi tanıdan çıkarak çocukların kişisel özelliklerine ilişkin bir şey söylemek mümkün olmaz. Eğitim ortamlarında tıbbi tanı çocuğa bir ayrıcalık getirecekse kullanılması bir anlam taşır ; yoksa, tıbbi tedavilerde kullandığımız ilkeden şaşmamak gerekir : « hastalık yoktur, hasta vardır ». Bu ilkenin eğitim ortamlarına aktarılmasının iyi kötü yasal zemini varken (bireysel eğitim planlamasına olanak veren mevzuatı kastediyorum) uygulanmasına engel olarak çocuğun yüksek menfaatleri için konmuş tanıyı öne sürmek kabul edilemez. Çocuğun öğrenme ve davranış özelliklerinin tanılar ötesi yanlarını göz önüne almak, tanıyı bir kapsama noktası olarak kabul etmek varken…

Gelişimsel ya da ruhsal bozukluklarda damgalamanın (stigma) küçük yaştan başlaması, stigmanın anne-babaya, kardeşe, çocukla çalışan psikiyatra, psikologa, eğitimciye bulaşması, okulda, geniş ailede herkese uygulanması. Okulda tanıya dayalı negatif ayrım yapmak yerine bu çocuğun diğer çocuklardan eksik ya da fazlası nedir, nasıl geliştirilir, nasıl düzeltilir sorusuna gerek var. Eski zaman öğretmenlerinin bir biçimde yaptığı gibi, belki de.