Bu ülkenin başbakanı, yeri geldiğinde alabildiğine bir demokrat söyleme sahip oluyor. Öyle ki, eski solcular bile bu söylemden etkilenip, örnek demokratlığı övebiliyorlar. Oysa, “yeri geldiğinde” yerine, oportünizm gereği dersek, söz yerine oturmuş olacaktır.

Başbakanın, İstanbul kentine bahşettiği dev cami, içerdiği demokratik olmayan karar mekanizmaları açısından, altı çizilmesi gereken bir önemli bir veridir. Başbakanın mutlakiyetçi siyasal tarzının belki bininci örneği. Söylemle eylem arasındaki demokrasi karşıtı uçurumun verisi.

Bazı netameli konularda kişi önce kendini temize çıkarmak için “aslında ben”, “katılmamakla birlikte” gibi koruma kalkanları yaratılır. Cami konusunda yazarken ben de öyle yapacağım: Arada bir Edirne’ye gidişlerim sadece Kırkpınar güreşlerini izlemek için değildir. Kimi zaman sadece Selimiye için kalkar Edirne’ye giderim. Özellikle kentin Batı tarafından, yine bir Sinan eseri olan Tunca Köprüsü’nden bakılınca hele, ortada bir denge noktası olarak, kenti çekip çeviren bir odak görüntüsünü hala korumaktadır Selimiye Camisi.

Antik Efes kentinde de her şey mükemmel değildi. Herkesi cetvelle çizilmiş eşitlik paydası yoktu. Ama yine de kendi koşullarına göre bir demokrasi anlayışı vardı.

Efes'le ilgili ilginç bir ayrıntıyı bize eskilerden bir kişi, coğrafyacı Strabon aktarıyor. Ben onun yalancısıyım: Efes kenti şimdi bulunduğu Keşiş Dağının kuzey yamacına henüz taşınmamış. Şimdinin Selçuk ilçesinin deniz yönündeymiş; Selçuk'tan Kuşadası'na döndüğümüzde, sağda kalan düzlük alanda.

Yağışın fazla olduğu zamanlarda, Doğu tarafındaki dağlardan gelen sular kenti basar, kanalizasyonlar yetersiz kalırmış. Anlaşılacağı üzere, kentin oldukça iyi çalışan bir kanalizasyon sistemi varmış.

Kent yöneticileri bakmışlar, her yıl baskın, felaket. Bu işin sonu yok, kenti taşımaya karar vermişler. İşte, şimdiki kalıntıların bulunduğu bölgeye yeni bir kent yapılmış.

Yapılmış yapılmasına, ama insanlar alıştıkları yerden kolay vazgeçmiyorlar. Efes kenti yöneticileri belediyenin buldozerlerini halkın üzerine sürmeyi, polislerle coplatmayı, biber gazlarını kullanmayı henüz bilmiyorlar tabi. Polis demek henüz şehir demek o günlerde! İşin içinde bir de demokrasi kaygısı var. Sonuçta düşünüp taşınmışlar… Çok ince ve hince bir plan yapmışlar; nasıl olsa yaz bitecek, kış gelecek. Yine yağmur yağış olacak. Kış gelince, kentin kanalizasyonlarının ucunu tıkayıvermişler gizliden. Yukarıdan aşağıya yağmur suları akınca, kanalizasyonlar şişmiş. Kent boka batmış. Ahali can havliyle yeni kente taşınmış.


Söyledim ya ben Strabon’un yalancısıyım. Amasyalı Coğrafyacı M.Ö 50'lilerde doğduğuna göre, onun geçmişten aktardığı bu öykünün, bizim için çok daha uzun bir geçmişte, geçmişteki anlatıcının geçmişinde! yaşanmış olduğunu siz düşünün.

Haftanın dizesi; “herkesin alıp gittiği duvarlar buldum” (A. Barış Ağır, Herkesin Alıp Gittiği, Varlık Y.)