Bu hafta, biraz yaz rehavetiyle yazıyorum. Geçen hafta da yollarda olduğum için yazamamıştım. Tatilde Murakami’nin ‘1Q84’ ve Duras’ın ‘Pasifik’e Karşı Bir Bent’ romanlarını okudum. Murakami’den çok Duras’ın romanı beni içine çekti. Sonra, Paul Feyerabend’in otobiyografisi elime geçti. Bazıları gibi otobiyografi meraklısı değilim, ama ne yalan söyleyeyim içine çekti beni anlattığı hikâye. Kitabın adı ‘Vakit Öldürmek.’ Paul Feyerabend’i ilk okuduğumda üniversitede öğrenciydim ve akıl ile ilgili yazdığı kitap ufkumu açmıştı, uzun süre elimden düşmemişti. Şimdi onun oto-biyografisini okurken, öğrencilik yıllarıma geri dönmüştüm sanki, Beyazıt’ta Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde oturmuş dünyayı gözümde yeniden şekillendirmeye çalıştığım yıllara...

‘Vakit Öldürmek’te Feyerabend, hayatının son dönemlerini anlatırken şöyle yazmış: “Eskiden olduğumdan biraz daha zekiyim; birkaç numara öğ¬rendim, duygusal açıdan daha dengeliyim (gerçi bu denge hâlâ arzu edilecek çok şeye yer bırakıyor); kısacası hayata atılmak için on yıl öncesinden daha iyi bir durumdayım; fakat, iki eksik bir fazla, işin sonuna geldim. Beş yıl, şansım varsa belki on yıl. Bu bana engel olmuyor. Peki neden? Sonsuza dek yaşamak is¬teyeceğimden değil, yazılmadan kalacak olan önemli kitap ve ma¬kaleler yüzünden hele hiç değil, ancak Grazia’yla birlikte yaş¬lanmak istiyorum, çünkü bugün gençlik dolu yüzünü sevdiğim gibi o yaşlı ve kırışmış yüzünü de sevmek istiyorum, çünkü onunla gülüp onunla ağlamak istiyorum. Hayatımın geri kalan kısmı hak¬kında düşündüğümde dikkat çekmek için bağıran bu düşünceler bana sonuçta güçlü eğilimlerin olduğunu, bunların yalnızlık ya da entelektüel başarı gibi soyut şeylerle ilgili değil, canlı bir insanla ilgili olduğunu ve birini sevmenin ne demek olduğunu öğrendiğimi bana açıkça gösterdi.”

Artık ölümüne yaklaşmış birinin, bir filozofun, yazacağı ya da okuyacağı kitap ya da makaleleri, entelektüel başarıları ve hazları değil de, eşi Grazia ile daha uzun yaşamayı arzulaması ve sevmeyi daha yeni öğrendiğini söylemesi... Grazia ile 1989’da evlenmiş Feyerabend, 1994’te de 70 yaşındayken hayata gözlerini yummuş. Kitap yazmak, buluşlar yapmak, sonsuzlukta yer almaktan ziyade, bir insanı sevebilmeyi öğrenme arzusu... Sevmek gerçekten de öğrenilen bir şey mi? Sanırım öyle. Sevebiliriz her şeyi ama bu sevmeyi bildiğimiz anlamına gelmiyor. Sevmeyi, kitaplardan da öğrenemeyiz, Feyerabend’in başına geldiği gibi deneyimleyerek, içe bakışımızı güçlendirerek... Feyerabend’e göre Batı’nın bireyselliğe ağırlık veren kültürü, sevmeyi engelleyen kurşun geçirmez camlarla kuşatıyordu insanları. Belki burada nasıl bir bireysellik diye sormalı belki de, kendisinin ‘Akla Veda’ kitabında aklı çoklu halleriyle ele alması gibi. Çocukluğundan itibaren anne babasını dahi kendisinden uzak tuttuğunu, babası ölüm döşeğindeyken ziyaretine bile gitmediğini yazmış. Grazia ile tanışana kadar kimseyi içine almamış bir filozof. Feyerabend, kendisindeki pek çok değişimin kaynağının kadınlar olduğunu da belirtiyor, düşünceyle duygu, bilgiyle kurmaca, ciddi ve daha ağır meseleler arasındaki sınırların belirsizleştiği başka bir evrene onlar sayesinde ayak bastığını... Belirsizliklerin o tekinsizliğini ve ürkütücülüğünü göze almadan, birisini zaten nasıl sevebiliriz ki?.. Belki de sevmeyi öğrenmenin aşamaları arasında yer alabilir, belirsizliği kabul etmek ve kendini akışa bırakmak...

Yaz rehaveti güzel şey, durup bakmak akıp gidene...