Yazar Gaye Boralıoğlu politik dokunuşlarla ördüğü ‘Alametler Kitabı’nda zamandan bağımsız bir dünyanın travmalarıyla yüzleştiriyor okuru. Kötülük kavramına işaret eden yazar “Direncimizi kaybetmeyeceğimiz ortak dayanaklar bulmalıyız” diyor.

Yazar Gaye Boralıoğlu: Birlikte ortak değerleri savunmalıyız

Mehmet EMİN KURNAZ

Tuhaf zamanlardan geçip, bilinmez bir akıbete doğru tepetaklak yol aldığımıza vurgu yapıyor Gaye Boralıoğlu. Daha çok romanlarıyla tanıdığımız yazar, bu kez öyküleriyle konuşuyor. Zamandan bağımsız politik dokunuşlarla ‘kötülük’ kavramının insandan insana sirayetine işaret ediyor. Boralıoğlu ile ‘Alâmetler Kitabı’nı konuştuk.

Böyle giderse pek iyi bir geleceğin bizi beklemediğine dikkat çeken Boralıoğlu “Direncimizi kaybetmeyeceğimiz ortak dayanaklar bulmamız ve dayanışmanın şartlarını genişletmemiz lazım. İstanbul Sözleşmesi de bir ortak zemindi işte… Sanata, yaratıcılığa, farklı fikirlere daha geniş alanlar açmalıyız” diyor.

‘Alâmetler Kitabı’nda öyküler daha çok bir distopyayı andırıyor. Pandemi, ekonomik kriz, toplumsal yaşamda ortaya çıkan bunalımlar var...
‘Alâmetler Kitabı’ndaki öykülere distopya demek doğru olur mu bilemiyorum ama pek çok öykünün bugünü ya da geçmişi işaret etmediği, zamansız olduğu doğru. Walter Benjamin, Kafka için “şiiri politikaya dönüştüren mesel yazarı” diyor. Kuşkusuz Orwell bir distopya yazarıydı ama Kafka değildi. İkisi arasında bir fark var. 'Alâmetler Kitabı' bu anlamda mesele daha yakın duruyor. Evet, belli bir politik niyetim vardı ve bunu zaman ve mekânın belirleyiciliği olmadan öykülendirdim.

Neydi bu niyet?
Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Kötülük bizim dışımızdaki bir kavram değil, sinsice bize de sirayet ediyor. İyi bir şey yaptığımızı sanıyoruz ama aslında o başkaları için hatta uzun vadede kendimiz için de kötülük demek. Aynaya baktığımızda bunları görmüyoruz. Tümüyle imajlar dünyasında yaşadığımız için aynaya baktığımızda kendi gerçeğimizi değil, başkalarının bizi görmesini istediğimiz hali görüyoruz. Böylece hakikatlerin son derece muğlak olduğu, ortak zeminin giderek daraldığı bir dünya düzeni çıkıyor ortaya. 'Alâmetler Kitabı' işte özünde bu dünya düzeninin eleştirisidir. Benim için anlam ve önemi buradadır.

ALGI TEMEL KAVRAM HALİNE GELİYOR

Buradan bakınca nasıl bir gelecek bekliyor bizi?
Böyle giderse pek iyi bir geleceğin beklemediği aşikâr. Direncimizi kaybetmeyeceğimiz dayanaklar bulmamız ve dayanışmanın şartlarını genişletmemiz lazım. Sanata, yaratıcılığa, farklı fikirlere daha geniş alanlar açmalıyız. Türkiye’deki en büyük sorun şu: Muhalif kesimde herkes birbirine burun kıvırıyor, hatta çoğu kere iktidardan daha ciddi bir düşman olarak görüyor. Ne kadar kan kaybetse de iktidar yekpare bir şekilde duruyor, muhalefet birbirini kemiriyor. Öte yandan teknoloji yeni bir dünya düzenini oluşturuyor zaten. Gerçeğin giderek önemsizleştiği, algının temel kavram haline geldiği bir hayat modelinin içinde ilerliyoruz. Buradan kötülüğün üremesi çok kolay, çünkü yalanı, riyayı onlar daha iyi biliyor. İşte o yüzden ortaklaşacağımız yeni kavramlar, yeni değerler üzerinde tartışmanın çok önemli ve elzem olduğunu düşünüyorum.

Kadınların bugünkü mücadelesi geleceği de kuşkusuz belirleyecek ipuçları taşıyor. İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline karşı kadınların öfkesi sürüyor. Siz neler söylersiniz?
İstanbul Sözleşmesi de bir ortak zemindi işte. Bugünkü iktidarın temel davranış biçimi ortak zeminleri yok etmek. En sade, en sıradan olanları bile. İstanbul Sözleşmesi’ni okuyunca insan şaşırıyor, e tabii böyle olmalı zaten, kadınlar en azından bu haklara sahip olmalı diye düşünüyor. İstanbul Sözleşmesi’ni yok eden bir anlayış neyi hedefliyor? Yalnızca erkek egemen bir dünyayı hâkim kılmak değil maksat, aynı zamanda toplumun tüm kesimlerinin ortaklaşacağı pozitif bir değeri yok etmek, böylece anlaşma, konuşma imkânını ortadan kaldırmak, kaos yaratmak ve bu şekilde totaliter rejimin sürekliliğini sağlamak.

Öykülerden birinde karakterin kendi hikâyesini yaşamadığından, başkasının hikâyesinde yeniden doğduğundan bahsediyor. 24 Nisan’ı geride bıraktık. Başkasının hikâyesi bugünün krizlerine nasıl etki ediyor?
Evet, 'Haram' adlı öyküdeki evlatlık kızın söylediği bir cümleydi o. Zehra evlat edinilmiş ama sahiplenilmemiş bir kız. Evlat sevgisinin sahte yanına dair bir öykü daha var 'Alâmetler Kitabı’nda: 'Barınak öyküsü'. Her ikisinde de temel motivasyonun bencilce olduğunu görüyoruz. Birisinin hayatına el koyuyorsun ve sonra ona kendi geleceğini dayatıyorsun. 24 Nisan, Dersim 38... Türkiye tarihi bu travmalarla dolu ve hiçbir şekilde yüzleşilemediği için de bu yaralar aşılıp geçilemiyor. Yazdığım öyküler doğrudan bu travmalarla ilgili değil ama o öykülerden hareketle ipotek altına alınmış hayatlar üzerine konuşmak mümkün elbette.

'Alınyazısı' öykünüzde iktidarın suçlu bulduğu kişiye kimseye dokunmama, kimse tarafından da dokunulmama cezası kesiliyor. Bugün pandemi insanlar arasında teması azalttı. Buradan bir esinlenme var mı?
Aslında ‘Alınyazısı’ öyküsünü pandemiden çok önce yazmıştım. Yıllar önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda dokunmanın yasak olduğu başka bir toplumda uyanıyorum. Her şey gri, insanlar mutsuz, tuhaf bir dünya. Anarşistler var bir de, aniden ortaya çıkıp insanlara zorla dokunuyorlar. Bu da bana tuhaf geliyor, onlarla konuşup bu eylemin iyi bir fikir olmadığını anlatmaya çalışıyorum... Böyle bir rüya... Beni çok etkilemişti o zaman yakın arkadaşlarıma da bahsetmiştim. Sonra günün birinde bu öyküyü yazdım. O öykünün bir başka kaynağı da şuydu: Babam vefatından bir süre önce demans hastası olmuştu, son aşamalarda kendisine dokunulmasına izin vermiyordu. 'Alınyazısı' öyküsündeki Mesir Hanım’ın hikâyesinin kaynağı da budur.

HER ŞEYİN BAŞI HİKÂYEDİR

Son dönem öyküye yönelik bir yoğunlaşma seziyorum. Bunun değişen okuma kültürüyle alakası olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, aslında bu ilginç fakat Türkiye’ye özgü bir durum. Dünyada öyküden ziyade roman revaçta. Türkiye’de daha fazla öykü kitabı çıkıyor ama öykü kitapları romanlar kadar satmıyor. Yine de yazarlar öykü yazmayı seviyor. Anı anlaaatmanın, zamansal ya da mekânsal belirli bir kesite mercek tutmanın büyüleyici bir yanı var. Her ne kadar roman yazmayı sevsem de ben de öyküden vazgeçemiyorum. Çünkü aslında bence anlatı bir hikâyeyle başlar; form sonra gelir. Her şeyin başı hikâyedir.