Gazeteci ile tarihçi tuhaf sohbetlerine devam ediyor…

Gazeteci soruyor:Fatih Altaylı röportajını okudunuz mu?
Tarihçi yanıt veriyor: Orada dikkatimi çeken, arkadaşın aleni bir şekilde medyadan avukat bir bayan için “İlk gördüğüm yerde, taciz etmezsem namerdim” sözünü söylemiş olduğu. Bu ne demek? Arkadaşa ensesi kalın birileri yürü ya kulum demiş, yoksa böylesine açık bir suçu rahatça işleyemezdi. Yani bu arkadaş tekstilciyken basına doğru meyletmiş falan… Bunlar doğru değil, işin gerçeği o tekstil işiyle muhatap oluyorken, kulaklarından bunu tutup insanların üzerine salmışlar, işte onu salanlar en baştan buna taktiğini de vermişler.

Gazeteci şaşırarak soruyor:Nasıl oluyor bu?
Tarihçi yanıt veriyor mahzun mahzun: Cengiz Çandar’a sorun, o Suriye’deyken, başına ne geldi, kim ona gelip neler dediyse, birdenbire çark edip meşhur ve Ortadoğu uzmanı gazeteci olduğunu anlatırsa, nasıl olduğunu görürsünüz. İşin kıssadan hissesi budur: Türkiye’de kimin hangi yalanı söyleyeceğini siyasi iktidar seçer, onu terfi ettirir, yalan makinelerinin başına getirir. Mehmet Barlas’la falan bu iş sınırlı değil. Mesela, Altan Ailesi’ne de sorabilirsiniz. Babadan oğullarına dek, toplam olarak 1980 darbesinden sonra, iktidar için çalışan bir ailedir, yalan onların soyunun özelliği oldu. Hatta, arkadaşların yeteneği yokken, yani yalanı bile usturuplu söyleyemeyecekleri haldeyken Altan biraderler için onlar adına yazı siparişi yapıldığına da eminim. Yani millet Ahmet Altan romanı okuduğunu düşünüyor olabilir, ama ne yazık ki öyle değil. Ama şu da değil, Altan sipariş üzerine o romanları yazıyor! Hayır, o romanlar yazılı olarak veriliyor, o da ünlü bir yazar oluyor. İnanmazsanız, gidin Ahmet Altan’a sorun.

Gazeteci itiraz edercesine soruyor:Kimler bu tezgâhın içinde?
Tarihçi umulmaz bir sorunla karşılaşmış gibi yanıt veriyor: 2011 içinde boy boy bunların reklamlarını yaptılar güzel kardeşim, onların hepsini sıraya dizin, bu listenin günümüzdeki temsilcilerini görürsünüz. Ama bu liste yeni bir şey değil, her devirde bunlar vardı. Şimdi sadece kabarık. Türkiye’de sistemin işleyişi şu şekilde: Bizim millet yazar okuduğunu sanıyor, oysa iktidar okuyor, yandı canım keten helva misali kısaca durum.

Peki, bu işin sinemaya, sanata uzanan bir tarafı var mı? (gazetecinin bakışları ürkmüş gibi, hâlâ da inanmaz gibi bakıyor...)

Geçmişte bir direniş geleneği vardı, diye tarihçi başlıyor. O direniş geleneğinin bizim iktidar arpa eksikliğinden kaynaklandığına karar verdi. Sonrasında da arpayı artırmak için kendince ihale etme sistemini kurdu. Yani sanatçıları yüksek ücretli ya da süründürme ücretli maaşa bağlayacak bir sistem geliştirdi. Sanatçılar eskiden senaryoyu filmi çekmeden senaryo sansüründen geçiriyoruz, sonra filmi çekip bir daha sansüre giriyoruz diye şikâyet ediyorlardı. Bu iş bir zorbalık gibi görünüyordu, bu yüzden imajı temizlemek için sistemi değiştirdiler. Siz halkı fazla zorlamayın, biz de şunu yapalım, sizin senaryolarınızdan beğendiklerimize iyi para verelim dediler. Bu kez bizzat filmi yapmadan epey bir süre önce, sanatçılar kendi elleriyle senaryolarını iktidara vermeye başladılar. İkinci olarak bu da yetmedi, çünkü bu kez de iyi senaryo yazmak lazımdı, bu iş için iki sistem ortaya çıktı, birincisi piyasada senaryo-fikir çalmak serbest hale gelsin dediler, kim öne çıkmışsa, o araklayabilir, tırtıklayabilir. İkinci olarak da kendi fikrinizi yeterince iyi yazamıyorsanız, elinizden geleni yapın, sonra da ben sizin fikrinizi adam ederim diye bir yanıt aldılar.

Bizim sinemanın özelliği ne ki diye gazeteci şaşkınca soruya devam edince yanıt da aynı oranda şaşırtıcı oluyor.

Tarihçi şöyle bir arkasına yaslanıp diyor ki: Bizim sinemanın iki özelliği vardır, biri etliye sütlüye karışmaz ve nasıl oluyorsa oluyor, halkı sinema sanat direniş adaletsizlik gibi tartışmaların içine hiç çekmeye çalışmaz. İkinci olarak da dünya sinemasında olmayan bir akım var Türkiye’de, yönetmenler kendi senaryolarını kendi yazıyor, hep aynı durumla karşılaşıyoruz neredeyse: Yazan-yöneten-kurgu-yapım… liste uzuyor. Dünya sinemasında böyle bir akım yok, böyle bir genel eğilim yok. Genellikle kimi istisnai örnekleri oluyor böyle şeylerin, ama gel gör ki bizde ekseriyet böyle.