KADİR İNCESU Yaşamı tam anlamıyla tiyatro üzerine kurulu olan Serkan Fırtına, Telgrafhane Yayınları etiketiyle çıkan ilk öykü kitabı ‘Ruh Bağışı’ ile mahalle kültüründen kesitler sunuyor okura. Fırtına, anlattığı mahallenin bir ferdi gibi biraz koruyucu, biraz şüpheci ve çok iyi gözlemci. Aldığınız eğitime, yaptığınız işlere baktığımızda hayatınızı tiyatro üzerine kurduğunuz görülüyor. Sahne size ne hissettiriyor? Yaşamımın […]

Yazarlık bir gözlem işidir
KADİR İNCESU

Yaşamı tam anlamıyla tiyatro üzerine kurulu olan Serkan Fırtına, Telgrafhane Yayınları etiketiyle çıkan ilk öykü kitabı ‘Ruh Bağışı’ ile mahalle kültüründen kesitler sunuyor okura. Fırtına, anlattığı mahallenin bir ferdi gibi biraz koruyucu, biraz şüpheci ve çok iyi gözlemci.

Aldığınız eğitime, yaptığınız işlere baktığımızda hayatınızı tiyatro üzerine kurduğunuz görülüyor. Sahne size ne hissettiriyor?

Yaşamımın büyük çoğunluğunu tiyatro kaplıyor. Erken denilebilecek yaşlarda turne tiyatrolarında, tiyatronun mutfağında, ülkenin farklı coğrafyalarını gezerek birçok şey öğrendim. Sanatsal olan ile yaşam pratiğinin ne derece buluşabildiğini yaşayarak gözlemledim. Daha sonra birkaç üniversite deneyimimden sonra tiyatro okumaya karar verdim ve eğitim aldım. Oyuncu olarak başladığım tiyatro yolculuğumu sonralarında profesyonel olarak; oyun yazarlığı, dramaturgi, tiyatro eleştirmenliği, eğitmenlik ve tiyatro yöneticiliği alanlarında sürdürdüm ve halen bu alanlarda çalışmalar yürütüyorum. ‘Sahne’ bana her oyun akşamında yazdığım, eğitmenliğini yaptığım ya da sahnelenmesine katkıda bulunduğum oyunlarda yüzlerce insanın ruhuna dokunabilmeyi sağlıyor. Canlı gerçekleşen ve eşi benzeri olmayan özel bir sanat dalı olduğu için büyüsel yanını halen sürdürdüğünü düşünüyorum.

Öyküleriniz, tiyatronun sınırlarına sığmadığınızın göstergesi diyebilir miyiz?

Öyküye, yazarlığımda farklı alanları deneme isteğiyle başladım. Bir süre sonra, kendimi en özgür hissettiğim alanlardan birinin öykü dünyası olduğunu fark ettim. Tiyatronun daha geniş tanımıyla dram sanatının altın kuralı ‘anlatma göster’dir. Edebiyata göre dram sanatının belirli sınırlılıkları var. Oyun metninin, tiyatronun diğer tüm bileşenleri (oyuncu, seyirci, sahne tasarım vb) düşünülerek yazılması gerekir. Öykü yani edebiyat ise sadece yazar ve okuyucu arasında oluşan ilişkiden başka bir aracıya gereksinim duymaz; bu yönüyle benim için sahne coğrafyasının yetmediği yerlerde anlatım isteği devreye girer ve o zaman edebiyatın yolculuğu başlar. Yalnız tam tersi olan durumlar da var. Bu tercih, ele alınan malzemenin hangi sanatsal araçla ifade edilmesi gerektiğinin saptanmasıyla belirlenir.

Çelişkiler üzerine kurulu öyküler… Örneğin, kalabalık bir rakip taraftar grubuna iki kişi saldıracak kadar gözü kara iki arkadaşın ceplerindeki son parayla sokak satıcısından aldıkları yiyeceği sokak köpeğiyle paylaşmaları… Öykülerinizin kaynağı neler?

Çelişki, yaşamın kırılma noktalarından biridir. İnsanın siyah ve beyaz olarak keskin bir renk ayrımıyla tanımlanamayacak şekilde içinde çok fazla renk taşıdığına inanırım. Öykülerimin kaynakları, ortalıkta görünen ama pek görülmek istenmeyen kişilerden oluşur. Bu bazen silik bir memur, bazen holiganlar, bazen broşür dağıtıcısı gençler, bazen mahallede yalnız yaşayan ve deli olduğu düşünülen bir kadın, bazense terk edilmiş yalnız bir adamdır. Kentin içinde nefes alamayanlarla, kentin dışına itilmişlerin kader ortaklığını sergilemeyi seviyorum.

Herkes biliyor ki yazarlık büyük bir gözlem işidir. Metropolde, küçük şehirlerde ve kasabalarda çalışma ve yaşama şansı elde ettiğim için çok farklı sosyal katmandan insan tanıdım. Bazen hikâyelerin içine karıştım. Kimi zamansa uzaktan izlemeyi ve dinlemeyi tercih ettim. Öykü yazarken zihnimde beliren bir fotoğraftan veya insanın çelişkili yanını ortaya serebilecek bir kişilikten yola çıkarak kurguyu oluştururum. Anlık değişimleri, altüst oluşları, durumların insanların davranışlarında ve atmosferde yarattığı dinamik etkiyi ortaya sermeyi hedeflerim. Çatışmayı ortaya çıkaran şey, durumların veya olayların içindeki çelişkiler ve karşıtlıklardır. Tüm bunları gösterdikten sonra okuyucu için geniş bir düşünme/yüzleşme payı bırakabiliyorsam bu bana yeter.

‘Çimen Teyze’ öykünüzde olduğu gibi, sahnedeki oyundan çok gerçek hayatın absürt olduğunu düşünür müsünüz?

Özellikle absürt söz konusu olduğunda, gerçek hayatın sahnede yansıtılandan çok daha ilginç olduğuna inanıyorum. Avrupa toplumunun gündelik yaşamının bir mantık dizgesi doğrultusunda ilerlemesi sonucunda bireyler sahnede gördükleri absürt duruma ilgi ile yaklaşabilirler. Türkiye’de ise gündelik yaşam mantıksızlıklar ve uyumsuzluklar üzerine örüldüğü için seyircinin sahnede gördüklerini absürt birer durum olarak anlamlandırması zor bir süreç teşkil eder. Bizler artık gündelik ilişkilerde yaşanan absürt durumlardan dolayı neredeyse şaşırma duygusunu yitiren bir toplum haline geldik. ‘Burası Türkiye, burada her şey olur’ kabullenişiyle normal dışı durumları kabullenmeye zorlanıyoruz. Ama bazı durumlarda ise, örneğin bu öyküdeki gibi, absürt bir sanat yapma peşinde koşarken, içinde olduğumuz ama farkına varamadığımız uyumsuz durumları göstermek istedim.

Öyküleriniz sinemaya mı, tiyatroya mı daha yakın?

Bu kitaptaki öykülerimin dramatik sanatlarla akrabalığı aranacaksa, sanırım sinemayı daha yakın tutmam gerekiyor. Zaten öykü türünün sinematografik bakışla ilişkisinin daha yoğun olduğunu düşünürüm. Kitaptaki bazı öyküleri kısa film senaryosu olarak da yazmayı düşünmüştüm. Belki ileride gerçekleştiririm. Kitapta tiyatrodan yararlandığım ve bazı okuyucular tarafından da tiyatroya yakın olduğu düşünülen öyküm ise ‘Şahin Tepesi’.

J. Amado’nun ‘Çocukluğum anayurdumdur’ sözünün sizdeki/öykülerinizdeki karşılığı nedir?

Bu sözü çok severim. Özellikle benim gibi çocukluğunu hikâyelerle dolu masalsı ve fantastik ve sonrasında ise gerçekçi bir evrede yoğun bir şekilde geçirenler için önemli bir sığınak ve yurttur çocukluk. Öykülerimde de zaman zaman yarattığım kişilerin bu anayurttan beslendikleri ve zaman zaman ise oranın güven duygusunu aradıkları görülür.