Edebiyatın usta isimlerinden Adnan Binyazar, Kıyı dergisinin Temmuz-Ağustos 2017 tarihli 308. sayısına bir söyleşi verdi

Yazdıkları hayata dair

KADİR İNCESU

Adnan Binyazar’ın yanıtlarını okurken, ilkokula 14 yaşında başlayan Merdan’ın öyküsünün kahramanları arasına siz de katılıyorsunuz. Yaşadığı onca sıkıntıya karşın ayakta durmaya çalışan Binyazar, yaşadıklarının mayasını kişiliğinin hamuruna kattı, hangi koşulda olursa olsun, yaşadıkları onu daha da güçlü kılarak yolunu aydınlattı. Binyazar ile aklınıza gelebilecek her konuda konuştuk. Sözü güzelleyen bir söz ustası. Ağıtçı mı demeli yoksa? Roman ve öykülerini okuyanlar daha iyi anlayacaklardır neden 'ağıtçı' diye de algılandığını. Bu ağıtlarda acılar var, hüzün var. Mutluluklar, sevinçler de var; can yaksa da.

Nenesinin söylediği Eğin havalarını dinlediğinde dudakları bükülüp, gözleri dolar, ağlarken gözyaşları görünmesin diye başını sedirin altına sokar. 65 yaşında yazmaya başladığı romanlarında, öykülerinde, sakladığı gözyaşları, bu kez okuyanların gözlerinden akmıştır. Gözünden akan her damla, bir harftir, her harf bir damla gözyaşı.

Binyazar’ı yapıtlarının olay örgüsüyle mi, sarmalayıcı anlatımıyla mı, güçlü kurgusuyla mı, yaşamsal gözlemleriyle mi öne çıkarmalı? Belki, sağlam bir anlatımın özelliğini taşıyan bu öğeleri birbiriyle doğal kaynaştırmasıyla. Bu soruyu yanıtlamada da, bize, belki 'Eğinli Yenge' öyküsünün alınlığına yerleştirdiği Hermann Broch’un “Kökünü hatıralarda bulamayan hiçbir şey gerçekliğin olgunluğuna eremez” sözü ışık tutabilir.

Özetle şöyle de denebilir: Adnan Binyazar gücünü sözcüklerden alıyor, sözcükler de yaşamından. Yaşamının her anı, her dönemi, her evresi harf harf, sözcük sözcük, tümce tümce can buluyor yazdıklarında.

Söyleşiden...
Elime her kalem alışımda bu hayatı yazmak istiyordum. Masalını Yitiren Dev’in özeti diyeceğim bir yazım 1969'da Mehmet Seyda’nın hazırladığı Edebiyat Dostları adlı kitapta yer aldı. Seyda, üç beş sayfalık bir özgeçmiş istiyordu.
Benimki 26 sayfa tuttu. Onu çok etkilemişti anlattıklarım, tek sözcüğünü çıkarmadan değerlendirdi.

Annem Elazığ’ın Ağın ilçesinde oturuyordu. O sırada İstanbul’da kardeşim Gürhan’ın yanındaydı. Akşamdan yatmış, sabahleyin yatağında ölüsüyle karşılaşılmıştı. Nenem gibi annem de öyle bir ölüm isterdi. Aradığı hayatı bulamamıştı ama istediği ölüme kavuşmuştu. Öldüğünü Berlin’de duydum. O Elazığ’a uçarken ben de cenazesine yetişeyim diye uçakta yer ayırttım. Törene yetişemesem de o günün akşamı Ağın’daydım.

Niye bu ayrıntılara girdim ki? İlk duyuşta boşluğa düşmüş gibi oldum. Uçak kendi boşluğunda ilerlerken ben de kendi boşluğumu, elimdeki kalemle hiç yanımdan ayırmadığım deftere notlar alarak dolduruyordum. Kimleri yazacaktım? En başta annem, nenem, dayım, dedem... İpin ucunu bulmuştum, çektikçe çözülüyordu örgü. Yazarken, önüme konulan yemeğe ağzımı sürmediğimi masa toplanırken anladım.

Romanın ana bölüm taslakları neredeyse ortaya çıkmıştı. Romanın giriş yazısında da dile getirdiğim gibi, bana elime kalemi alıp yazmak düşüyordu. Altı ay sonra romanı Erdal Öz’e teslim ettim. Erdal’ın bir eseri kokusundan anladığını biliyordum. Basılacak değerde bulmamışsa en yakın arkadaşlarının romanlarını geri çevirdiğini biliyordum. Yüzüme bakıp şöyle bir gülümsedi. Roman genç yaşlarda yazılır. Dost da olsa 65 yaşındaki adamın romanına kolayca 'roman' gözüyle bakılmaz. İronisi yüksek Erdal Öz’ün gülümsemesini buna yordum. Aradan bir hafta geçti geçmedi, Erdal’dan telefon! “Romanını basıyoruz, gel konuşalım.”

Acılarla dolu bir hayatı anlatmış olmaya mı sevinirsin, Erdal Öz’e roman kabul ettirmeye mi? Ne garip, sevinç duymuyordum, nerdeyse otuz yıldır yazmayı kurduğum, ama kalemi elime almaktan korktuğum bir hayatı insanlara ulaştırmanın sorumluluğunun verdiği ürpertiyle titredim.

Bu konuya değinmişken, romana nasıl ad verildiğini de anlatmalıyım. Erdal’ı (Öz) ziyarete gittiğimde odasında Hilmi Yavuz ile Ahmet Cemal de vardı. Romana, Rus yazarı Konstantin Pastovski’nin altı ciltlik eserinin adını vermeyi düşünüyordum: Bir Hayatın Romanı! Odaya, başka bir romanın adını koymanın uygun olmayacağını düşünerek, bu addan vazgeçmiş olarak girdim. Önerim Bir Hayat olacaktı. Hilmi Yavuz, Maupassant’ın bu adda bir romanı olduğunu söyledi. Benim o günlerde okuduğum Shakespeare’in hayatıyla ilgili bir kitaba da Bir Yaşantı adı verilmişti. Onlar düşünedursun, araya girerek, “Bana kalırsa bu romana ‘Masalını Yitiren Dev’ adını veririm, ama bilmem bu ad ilgi çeker mi?” der demez, “Ulan, böyle güzel bir ad var da niye bizi uğraştırıyorsun!” dediler, böylece romanın adı kesinleşti.
Masalını Yitiren Dev üzerine nerdeyse bir kitaplık anlatılacak şey var. En sonuncusunu anlatarak konuyu kapatayım. Notre Dame de Sion Fransız Lisesi 11. Sınıf öğrencileri bu yıl ödev olarak Masalını Yitiren Dev’i okumuşlardı. Sorularını yanıtlamak üzere beni okullarına davet ettiler. Toplantı sona erince koridorda bir kız öğrenci yanıma yaklaştı. “Size bir açıklamada bulunacağım” derken birden katılıp kaldı. Sonra gözünden yaşlar akmaya başladı. Bir iki dakika sonra toparlandı. “Ben sizin yaşadıklarınızın hiçbirini yaşamadım ama çektiğiniz acıları yüreğimde duyduğumu söyleyebilirim.”

Romanın yazarı olmak bir yana, öğretmen olarak; öğrencinin içtenlikli gözyaşını, bana törenlerle verilen ödüllerin en başına koyuyorum.