Elbette yazdırmasalar da yazacağız.

Elbette yazdırmasalar da yazacağız.

Muktedirleri artık iyi tanıyoruz. Belki çok daha iyi tanımak ve tanımlamak için soruyoruz: Yaptıkları faşizm mi, değil mi? Siyaset biliminde faşizmin yeri nedir?

Kendi iktidarlarına karşı olanları topyekûn yasadışı alana itme peşindeler. Gayet pişkin şekilde bir yandan faşizmi kurumsallaştırıyor, yasal hale getiriyorlar; buna itiraz edenleri, direnenleri de bir çırpıda yasa dışı hale düşürüyorlar.

Ha bire suçluyorlar. Peki suç nedir? “Suçun gizlidir, söyleyemeyiz!” diyorlar. Deliller gizliymiş, suç da gizliymiş, söylenmezmiş! İşte böyle, absürt bir korku rejimi kuruyorlar.

Ve şimdi korkutmaya çalışırken kendileri daha fazla korkuyorlar, korktukları için daha fazla korkutuyorlar. Peki korkunun siyasi literatürde bir adı var mı? Avrupa basını bunun adını çoktan koydu: Erdoğan Rejimi.

Yani? Ha faşizm ha Recebizm... Adının ne önemi var mühim olan gaddarlık.

Ve fakat toplumun önemli bir kesimini 9 senedir hâlâ teslim alamadılar. Şimdi ise hiç alamayacaklar. Çünkü şimdi “korku eşiği” de aşıldı.

Bakın işte, bizler, yani bir avuç insan bile onları teşhir etmeye, sinir etmeye yetiyoruz. Bakın işte, Nedim Şener ve Ahmet Şık yazmaktan vazgeçmediler, yazarak direndiler; iktidarın bütün argümanlarını yer ile yeksan ettiler.

Merak etmeyin. Böyle böyle yıkılacaklar. Başka kimler yıkacak? Metin Göktepe’nin annesi... Hrant Dink’in kardeşi yıkacak... Sadece onlar bile muktedirlerin asaplarını bozmaya yetmedi mi? Şakşakçı liberallerin dahi, pek sevdikleri klişeleriyle, kendi “ezberleri” de bozulmadı mı?

Peki nasıl yıkılacaklar? Zor değil! Çünkü sehven demokrasiler bir ıslıkla bile yıkılabilir. Belki de bir ıslıkla başlar her şey. Bir ıslıkla... Bir tribün dolusu ıslıkla... Ya da gazeteciler dün İstiklal’de yürürken, BirGün emekçilerinin başlattığı bir cadde dolusu ıslıkla...

Şimdi önce ıslık çalanlardan korksunlar. Yeter ki ıslıklardan bile korksunlar.

Bizim kuşak 12 Eylüllerden şerbetlidir. O karanlık günlerde cehennem içinde cenneti de yaşayabilmiştir. Ve bütün zamanların muhalifleri olan bizler, devrimciler, zaten bütün ülkelerin zencileri değil miyiz? Baştan “kaybedilecek” savaşlara bile takiyeye filan tenezzül etmeden peşin peşin girebiliriz.

Şimdi de yeter ki umudumuzu, soluğumuzu ve ille de inadımızı uzun tutalım. Çünkü Ernesto Che Guevara’nın dediği gibi “Savaşanlar kaybedebilir, ama savaşmayanlar çoktan kaybetmiştir.”

Ve sen, kaybetmemeye kaderinmiş gibi inanan! Yani sen, ılımlı faşist!

Seni de tanıyoruz. Sürekli çalgılı çengili TV programları seyredip AKP’ye şükredişinden, karını dövüp akşam namazına gidişinden, yedi sülaleni tıksırıncaya kadar zengin etmek için zikir çekişinden, taammüden işlediğin günahlarının kefaretini ödemek uğruna kıldığın nafile namazından tanıyoruz... Seni, telefonla konuşurken geri planda duyduğumuz hırıltından, Tekel işçisine bölücü deyip şükür duası yapmandan, sendikalara kilit vurup cemaatleri kamuya açmandan tanıyoruz. Seni patronun önünde secde edişinden, küresel sermayeye biatinden tanıyoruz. Ve illa ki merdiven altında çalıştırdığın türbanlı emekçilerin sana okudukları beddualardan...

Seni, kükrerken dahi gizleyemediğin gözlerindeki korkundan tanıyoruz.

İşte bundandır ki tanımını yapmamız, sana bir “anlam” vermemiz aslında hiç zor değil. İki nokta üst üste koyarız, rejiminin anlamını ve encamını yazarız. Ancak “faşizm sözün bittiği yerdir” dedikten sonra koyduğumuz üç noktayı art arda değil de üst üste yazınca... Bu, ne anlama gelir bilir misin?

Söyleyeyim: Senin gözündeki değeri “nokta” olanlar, yani Noktalar ayağa kalkmıştır artık.

Çünkü faşizm sözün bittiği yer ise eğer, sözün yerini pekâlâ sayılar alabilir... Meydanlardaki binler, on binler, İstiklal’de ıslık çalan gazeteciler, Sıhhiye Meydanında haykıran tabipler, emekçiler...

Sözel olan yerine sayısal olan devreye girer ve geriye sayım başlar: On,  dokuz, sekiz, yedi...