13 yılda 9 roman yazdı. Kimi zaman özel hayatı yazdıklarını aştı ama edebiyatı bırakmadı. Liseden bu yana müzik aşkı hiç yok olmadı. Bundan sonra hiçbir şey yazmasa da yaşayabileceğini düşünüyor; yine de müziksiz bir hayat düşünemiyor. Tuna Kiremitçi ile son romanından yola çıktık, edebiyat dünyasından ülkeyle ilgili düşüncelerine pek çok şeyi konuştuk

Yazmadan yaşayabilirim

ÖZLEM ÖZDEMİR- @ozlemozdemir

“Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları” dünyayı fethedecek bir roman yazmak isteyen bir Türk yazarın başına gelenleri anlatıyor. Kitabın konusu yıllardır aklınızdaymış ama ancak yazmışsınız.
Yıllar önce bir yazar arkadaşımla konuşuyordum, Batı’daki bir edebiyat festivalinde onu sahneye davet ederlerken, “İşte İstanbul’dan gelen yazar dostumuz, bize uçan halısında neler getirmiş, sihirli lambasından bize neler çıkaracak” gibi bir sunum yapılmış. Arkadaşım da çok bozulmuş çünkü yazdıkları oryantalizmle ilgisi olmayan şeylermiş. İstesek de istemesek Batı kültürünün biz mahkûm ettiği klişeler ve Doğu ile Batı’nın birbirine karşı önyargıları çok komik durumlar doğurabiliyor. Bu romanın temel düşünsel meselesi buydu. Batılıların hoşuna gidecek bir roman yazmaya çalışan Doğulu bir yazar olsaydı bu nasıl olurdu diye düşündüm. Yıllar içinde yazacak olgunluğa eriştim sanırım.

Yazar, romanı yazayım derken kendi hayatı roman oluyor sanki?
Hiçbir şey beklediği gibi gitmiyor. Bu tür hikâyelerde kahramanın bir hedefi, bir de gerçek ihtiyacı olur, Berkay’ın da öyle. Dünyayı fethedecek bir roman yazmak istediğini sanıyor ama asıl istediği geçmişiyle hesaplaşmak; yani Abidin’le. Bunun farkında değil. Hikâye boyunca ikili bir yolculuğa çıkıyor. Birincisi Batılıların hoşuna gidecek bir roman konusu bulmak uğruna Anadolu’ya, ikincisi de kendi içine doğru.

Kitapta Orhan Pamuk ve Elif Şafak’tan bahsediliyor. Sizce sadece Batı’nın istediği konuları yazdıkları için mi bu kadar tanındılar, bu kadar basit olabilir mi?
Hayır tabii. Sorun zaten yetenekli yazarlarımızın da bunu yapmaya çalışması. Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi olmaya çalışan onlarca yazar var ama olamıyorlar. Demek ki en yeteneklileri, çalışkanları onlarmış. Ama esas sorun zaten onların da Batı’nın beklentilerine cevap vermek sorunda kalmaları. Batı dışı kültürlerin yetiştirdiği en büyük yazarlar bu kaygıyı yaşarken, Batılı en vasat yazar dahi bu kaygıyı duymuyor. Buradaki adaletsizlik benim canımı sıkan. Bir taraf seni bir rol oynamaya itiyor, sen de onaylanmak için o rolü oynamayı kabul ediyorsun. İki taraf da hicvedilmeyi hak ediyor. Hiciv ve mizah bu dünyayı anlatmak için çok iyi bir yol.

Evet, bu kitapta bolca mizah, hiciv, biraz da polisiye unsurlar var. yazmadan-yasayabilirim-50186-1.
Polisiye var, hiciv ağırlıklı bir roman. Aynı zamanda katmanlı bir hikâye olsun istedim. İsteyen Natalie Portman’ı bulmak için Anadolu yollarına düşmüş Tophaneli Abidin’in komik hikâyesi olarak okuyabilir. İsteyen de Doğu-Batı ilişkilerinin tehlikeli sularına dalabilir.

Kahramanın yazarlık süreçlerinde Tuna Kiremitçi’nin sürecinden izler var gibi geldi bana, bu yanılgı mı olur?
İnsan uzaylıyı yazsa bile kendinden yola çıkarak yazar ama ben yazdıklarımla yaşadıklarımı birbirinden ayıracak kadar profesyonel bir yazarım. O yüzden Berkay Ünsal hayali bir karakter, onun geçtiği yollar çok farklı. Ben Berkay gibi olmak isteseydim ilk romanımı klonlayarak kolay yoldan zengin olabilirdim ama Allah bana o aklı vermemiş, her zaman yeni şeyler deneyerek başımı derde sokuyorum. Türkiye’de yazar olmak Tanzanya’da bir albino olmak kadar eğlenceli. Yazarak yaşamayı seçtiğin an içine düştüğün hayat bu işte. Bir vahşet sirki. Tanzanya’da parçalanmayı bekleyen bir albinonun tedirginliğiyle yaşamak…

13 yıldır yazarlık yolculuğunuz sürüyor. Hırpalandığınız süreçler oldu. O döneminizi yazmak istesek nasıl anlatabiliriz?
İlk romanım çıktığında sene 2002, yeni Türkiye’nin temellerinin atıldığı, eski Başbakanımızın deyişiyle restorasyon sürecinin başladığı yıl. Türkiye ondan sonra büyük bir kargaşaya sürüklendi. Düşük yoğunlukta iç savaş diyebileceğimiz yıllarda ben yazarlık kariyerimi oluşturmaya çalıştım. O sarsıntılardan hepimiz yaralandık. Geçmiş 13 yılda aldığım gerçek anlamda eleştiriler bir elin beş parmağını geçmez, onun dışındakilerin hepsi ya kişiliğe saldırıdır, itibarsızlaştırmadır ya algı operasyonudur. 13 yılda hep bunlarla savaştık, bunun yorgunluğu olmadı mı, oldu. 3 yıl Bulgaristan’a gittim, Nazım Hikmet’e özendiğim için değil, Bulgaristan kökenli olduğum için. Arkada bir cemaat ya da bir iktidar desteği olmadığında kolay hedef haline geliyorsun, herkes seni karşı tarafın adamı ilan ediyor fazla ortalarda gezinirsen. Seni ya özel hayatınla ya bel altından vurmaya çalışıyorlar. Ama yazdıklarınla ilgili bir eleştiri gelmiyor. Şu anda baktığımda izlediğim bir film hatırlar gibi hatırlıyorum çünkü ben yaralarımı iyileştirdim ve daha iyi bir savaşçıya dönüştüm. Fakat şu konuda kendime hakkımı veriyorum, yeni bir edebiyat kuşağının oluşmasında katkım olmuştur. Çünkü erken yaşta kendi okurumu yaratabildim; bu da yayınevlerinin genç yazarlara yatırım yapmada, genç yazarları da kitap yayınlama konusunda cesaretlendirdi. Onların yürüyecekleri yolu ormanda baltamla yol açmak zorunda kaldım biraz aslında. Umutsuzluğa kapıldığım, yaralandığım oldu ama bir şekilde yola devam ediyorsunuz ya da bırakıyorsunuz zaten. 3 yıl bıraktım işte, yazmadan yaşayabilirim ben, gider müzik yaparım. 9 tane roman olmuş, 13 dile çevrilmiş, bunların hakkıyla değerlendirilmeleri için epey süre geçmesi gerekir diye düşünüyorum. Bundan sonra hiçbir şey yazmasam da gam yemem, içim rahat.

Edebiyat dünyasında yazılı olmayan kurallar var sanki. Ne yapmak lazım edebiyat dünyasında var olmak için?
Keşke dediğiniz gibi olsa. Keşke kurallar ve kuralları koyanlar olsa, o zaman o kurallara göre bir yere varır ya da varmazsınız ama bir edebiyat dünyasından bahsedemiyoruz ki şu anda. Bir kitap çıkardığında onu bir yere yerleştirebilecek ya da yerleştiremeyecek, o kitap üzerinde nesnel bir tartışma yürütülebilecek, sizin yazmış olduğunuz kitabı bir takım kriterlere göre değerlendirebilecek bir edebiyat dünyası yok. Cengaverce bu işlerle uğraşan tekil bireyler var. Şu anda küçük hesaplarla uğraşan, cehalet ve dedikoduyla malul bir ortamdan bahsedebiliriz ve o ortamın içerisinde olmamak da akıllı bir insan için en iyisi. Bir edebiyat dünyası yok ama genç okurlara kapılarını açan iyi yayınevleri var. Bizim zamanımıza göre okura ulaşmak artık daha kolay. O anlamda umut verici.

Müzikten de kısaca bahsedelim. Lisede Victim diye bir grupla başlayan müzik yaşamınız Atlas ile sürüyor.
Victim sonra skandal oldu ama bunun 2015’te hatırlanacağını tahmin etmiyordum. müzik benim için yazarlıktan daha eskidir. kumdan kaleler dağıldığında can sıkıntısından yazmaya başladım aslında. bir taraftan odanda oturup şiirler yazıyorsun ama gençsin, kanın kaynıyor, sosyalleşmek, kızlarla tanışmak istiyorsun. müzik grubu imdadıma yetişti o dönemde. Atlas da hobi grubu olarak başladı ve 2 yıl içinde iş ummadığımız kadar ciddileşti. şimdi 3 şarkılık bir epçıkardık, onun konserleri olacak. Açıkçası yazmadan yapabilirim ama müzik yapmadan yapamam.

2011’de “Bir ulus, ulus bilincini kaybederse, ayrışmaya gidilir” demiş ve Yugoslavya örneğini vermiştiniz. 2015’te ne düşünüyorsunuz?
O gün ulus bilinci dediğim şey bugün bağlam dediğim şeymiş aslında. Kavramların iç çok boşaldı. Ulusal kültür sentezine nasıl varabiliriz diye sorduğun zaman sen ulusalcısın, pis faşist gibi tepki alabiliyorsun. Çünkü ulusal kelimesinin anlamı 35 sene içinde oradan oraya savrulmuş durumda. Bugün Türkiye’nin ciddi bir bağlam sorunu olduğunu düşünüyorum. Hiçbir konuyu bir bağlam içinde kalarak konuşmamıza izin verilmiyor neredeyse.

Neden sizce?
Çünkü Türkiye’nin bağlamı yok! 80 milyon kişinin bu topraklarda neden bir arada yaşadığımızın bir açıklaması kalmadı artık. Üzerinde uzlaştığımız bir akit yok, birbirine katlanarak yaşamaya çalışır gibi bir halimiz var sanki. Böyle toplum olunmaz bence, böyle hiçbir şey olunmaz. Bunun sonu bir ülkenin yok oluşudur. Türkiye’de para, din ve cinsellik dışında hiçbir şey merak etmeyen bir toplum oluştu. Aramızdaki gönül bağlarını hatırlamamız lazım yeniden.

Gezi’yle ilgili “Biz 30 sene Diyarbakır’ı bu medyadan mı izledik” demiştiniz. Gezi’nin ikinci yıldönümünde ne söylemek istersiniz?
Hepimiz birbirimize Diyarbakır olmuşuz. Hepimiz farklı mahallere bölünmüşüz, mahaller arasına yüksek duvarlar örülmüş, o duvarların üstümüze önyargılar boca edilmiş, herhangi bir duyguyu ya da düşünceyi paylaşamaz hale gelmişiz. Bu siyasetin marifeti… Gezi’de görüldü ki çok farklı kafalardan insanlar bir araya gelip gönül birliği yaşayabiliyor aslında. Heyecan verici bir hareketti, zaten gençlik de heyecan demektir. Ama bu heyecanın içerisinin kültürle, sanatla, felsefeyle, düşünceyle doldurulması lazım yoksa siyasetin rüzgârının içinde savrulup gider. Benim gördüğüm şu anda bu, içi yeterince fikirlerle doldurulmadı, bir heyecan olarak geldi geçti. Bu tür açığa çıkan enerjiler de siyaset tarafından manipüle edilir.

Fotoğraf: Gülay Yiğitcan
www.klikstüdyo.com