Yakın tarihinin önemli izleklerine odaklandığı kitabı "Vasati 40 Çöp"ü okurla buluşturan Serhat Halis, “İnsan düşüncesi belirli bir merhalede somutlaşma eğilimi gösteriyor. Bu somutlaşmış düşünce ise; çözüm arayışı olarak karşımıza çıkıyor ve bir eyleme dönüşüyor. ‘Yazmak’ bu eylemlerden biri” diyor.

Yazmak bir eylem

Oğuz ALKAN

Çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan köşe yazıları ve Ulus – Sağ Marksizm’le Polemik isimli kitaplarıyla tanıdığımız yazar Serhat Halis yeni kitabıyla okurlarla buluştu. Sanat, siyaset ve güncel meseleler üzerine herkesi düşünmeye ve eleştirmeye davet eden, 40 yazıdan oluşan kitap, ismini, bir zamanlar kibrit kutularının üzerinden yazan “ortalama kırk çöp içerir” anlamına gelen ibareden alıyor: Vasati 40 Çöp. Bu anlamda “Vasati 40 Çöp” farklı zamanların ve farklı konuların anlamını hâkim bakış açılarından sıyrılarak bulmaya çalışıyor. Serhat Halis’le Vasati 40 Çöp’e; sanat, siyaset ve çeşitli konular üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Vasati 40 Çöp farklı zamanlarda yazılmış yazıların biraraya getirildiği bir kitap. Henüz Önsöz’de Didem Gülçin Erdem bu yazıları gittikçe ‘edilgenleşen özneyi’ durmaya davet olarak anlayabileceğimizi çağrıştıran bir söz söylüyor. Buradan başlayalım. Bilgi, hız, enformasyon içinde yitip giden özneyi bulmak mümkün mü? Ya da tam tersinden sorayım. Post-modernizm bize bu özneyi vaat etmişken ne oldu da o öznenin yitiminden bahsediyoruz şimdi?

Belirttiğiniz gibi “Vasati 40 Çöp”, farklı zamanlarda yazılmış yazılardan oluşan bir kitap. Ancak dikkatli bir gözlem, bu yazıların, farklı meseleler ve fenomenlere değinse de; özünde ortak bir potada buluşabilecek bir derdi olduğunu anlamaya yeter. Belirli bir “düşünceler ve önermeler” çerçevesi içerisinde anlam kazanan ve bu bağlamda kendi aralarında bütünlük taşıyan 41 ayrı yazıdan oluşuyor bu çalışma. “Vasati 40 Çöp” ismini de tam olarak buradan alıyor.

Didem’in özsözde bahsettiği “edilgenleşen özneyi durmaya davet”, esasen “durup düşünmeye davet etmek” gibi bir içerik üzerinden anlam kazanıyor. Öznenin edilgenleşmesi ile post-modernizmin özneyi etkin kılma iddiası arasında ise tutarlı bir ortaklık ve doğru orantı var aslında. İnsanın doğadaki varlığı, ancak bir başka insanın ya da insanların varlığına bağımlı bir mefhumla mümkündür.HenüzPaleolitik dönemde, doğada çaresiz ve güçsüz bir memeli olan insan, hayatta kalmayı; ancak belirli sayıdaki insanın birlikte yaşaması ve hareket etmesiyle başardı.

Bu anlamıyla Homo Sapien’in temel varoluş prensiplerinden biri “toplu yaşam” olarak karşımıza çıkar. Bu, tarihin belirli bir aşamasında “toplum” olarak adlandırdığımız olguyla taçlanır.Yani insanın kültürel, sosyal, politik, düşünsel ve ekonomik gelişimi; bireyselleşmeyle değil, toplumsallaşmayla mümkün oldu. Bu yüzden “toplumsallaşma”, insanı doğada “etken” kılan önemli bir fenomendir.

Urubamba vadisindeki bir kertenkele değilsek şayet, bir özne olarak etken oluşumuz, toplumsal olanla bağı içerisinde yeşerir. Toplumsaldan azade her düşünce ve kişi, kaçınılmaz olarak edilgen bir özneye dönüşüyor.Bu bağlamda bireye, toplumun dışında ve toplumun üstünde bir misyon biçmek, edilgenleşmeyi ve bireyi, insanın temel varoluş prensiplerinden birinin dışına atmayı temsil ediyor. Böylesi bir temsiliyet ise, toplumdan üstün ve ayrıcalıklı olduğunu sanarak yetiştirilmiş bireyde, sert gerçekle çarpışma anında büyük bir dağılma yaratıyor ve bireysel buhranlara kapılar ardına kadar açılıyor. Bu bize, metropollerdekiantidepresan ilaç kullanım boyutlarının bu raddeye ulaşmasını da açıklıyor aynı zamanda.

Bu bağlamda insanın, sağlıklı bir özne olarak kendini var etmesi, ancak bu toplumsallıkla filizlenir. Post-modernizmin özneyi toplumsallığından sıyırmaya endeksli yoğun propaganda bombardımanı ile şekillenmiş birey; bu toplumsallıktan yoksunlaştıkça, birey olmaktan ve toplum içerisinde etkin bir özne olmaktan da yoksunlaşıyor. Birey bu kontekste; özgün ve özgür olduğu yanılsaması içerisinde mevcut düzenin bir aparatına dönüşüyor.

Böylesi bir atmosfer ise, sizin belirttiğiniz gibi; “bilgi, hız ve enformasyon” içerisinde sürüklenen tekil bireylere ulaşmayı neredeyse imkânsız kılıyor. Zira Post-modernizm, gelişiminin bir evresinde, çeşitli yan ürünler de piyasaya sürdü. “Post-truth” dediğimiz şey bunlardan biri mesela. Tam da burada, bu “gerçekliği olmayan doğruların” tesirinde kalmış ve toplumsal olana değil, bireysel olana yönelmiş kişiyi, “gerçeğin bilgisiyle” buluşturmak bu yüzden (de) zor bir eyleme dönüşüyor.

Kitaptaki yazıları ağırlıkla sanat ve siyaset üzerinden şekillenmiş bir dizi düşünceler olarak okuyorum. Sizi bu konular üzerine düşünmeye ve yazmaya iten şey neydi?

Beni bu konular üzerine düşünmeye ve yazmaya iten, birbirine bağımlı çok farklı değişken neden var tabi. Bu noktada; içine doğduğunuz aile, yaşadığınız çağ ve ülke, ideolojik formasyonunuz,bireysel ve toplumsal deneyimler gibi çok fazla faktörden bahsedebiliriz. Bu faktörler yalnızca bana dair değil, yazma edimine bulaşmış hemen her kişiye özgün karakterde muhtemelen. Ancak Vasati 40 Çöp’te bir araya gelmiş yazıların ortak meramından da anlaşılacağı üzere; belirli bir sorunlar kümesinin esaretinden çıkış yolunu arıyorum. Üstelik bu sadece bir çıkış yolu arayışı değil, aynı zamanda yaşamımızı estetik bir renge boyayan sanatı anlamaya çalışma çabası.

İnsan, gelişiminin belirli bir aşamasında, kendisini ve çevresini anlamlandırmaya çalışıyor. Ben de bu genel eğilimin akıntısında sürüklenen bir birey olarak, yaşamı anlamlandırmaya yelteniyorum. Bu ise merkezden başlayarak çevreye doğru yayılan bir öğrenme çabası olarak beliriyor. Öğrenme çabası evrendeki entropiden kaynaklı olsa gerek, bitmeyen bir süreci ve çelişkili bir alanı ifade ediyor aynı zamanda. Çevreye doğru yayılan ve belirli çelişkilerle karşılaşan öğrenme çabamız ise, çevremizde gördüğümüz şeylere karşı düşünmeyi zorunlu kılıyor.

Bir şey üzerine düşünmenin yoğunluğuna bağlı olarak, insan düşüncesi belirli bir merhalede somutlaşma eğilimi gösteriyor. Bu somutlaşmış düşünce ise; çözüm arayışı olarak karşımıza çıkıyor ve bir aşamada bu çelişkileri aşmaya çabalamak yönünde bir eyleme dönüşüyor. Bu eylem çok farklı biçimlerde açığa çıkabiliyor. “Yazmak” bu eylemlerden biri mesela.Beni yazmaya iten nedenlerden birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de Vasati 40 Çöp;sanat,politika, tarih ya da kültürel herhangi bir olguya dair belirli bir çelişki çerçevesinde örülmüş temrinlerden oluşan bir takım yazılar kümesi.

İnsan her ne kadar kabul etmek istemese de, yaşadığı dönemin ve toplumun hatta o toplumu şekillendiren olaylar dizininin etkilerini üzerinde taşıyor. Vasati 40 Çöp bu olaylar ve dönemlerin anlamını bulmaya mı çalışıyor? Bu yazıları seçmenizin nedeni nedir?

Az evvel de belirttiğim gibi, “Vasati 40 Çöp”, belirli bir öğrenme sürecinin ürünü olarak yaşam bulan yazılardan müteşekkil. Bu öğrenme süreci, olay ve olguları anlama çabası aynı zamanda. Kuşkusuz bu çaba, içinde yaşadığımız çağın anlam dünyasında flizlendiği içinşu veya bu oranda bu dünyanın izlerini taşıyor. Ancak bu çalışmadaki yazıların varlığı da tam olarak bu noktada anlam kazanıyor. Zira bu çalışma elinden geldiğince, çağın doğruluk ölçütlerini referans almadan, ya dabu doğruluk ölçütlerinin çelişki ve eksiklerinin teşhirini hedefleyerek yaşam bulmaya çalışıyor. Hatta bu metinlerdeki çoğu önerme, mevcut doğruluk ölçütlerinin ilgası üzerine kurulu.

Bu kitaptaki yazıların seçimindeki temel manivela, işte tam da bu oldu. Mevcut ilişkiler ağının ve düşünce dünyasının doğruluk kalıplarının reddi üzerine kurulu yazılardan oluşan bir çalışma Vasati 40 Çöp.Ancak, böylesi bir teorik alt metne sahip önerme ve düşüncelerden oluşan bu metinler, çağın somutfenomenlerini referans alarak filizlendi. Meramımızı geçmişin ya da günümüzün somut örnekleri üzerinden okuyucuya aktarmaya çalıştık. Bu anlamıyla, bu metinlerin seçiminde belirleyici ölçütlerden birini de, okuyucunun şu veya bu oranda aşina olduğu meseleler oluşturmakta.

Benzer bir soruyu kitabın da üzerine en konuştuğu sanat ile ilgili düşünceleriniz çerçevesinde sorayım. Örneğin NuevaCancion’dan bahsederken bunun Türkiye’de bir dönem temsilcisi olmuş Yeni Türkü ve Ezgi’nin Günlüğü gibi grupların zaman içerisinde giderek ‘düzeniçileştiğini’ ama aynı zamanda belleklerde bir iz bıraktığını da söylüyorsunuz. Ya da sinemayı konuşurken Lenin’in ‘tüm sanatlar içinde bizim için en önemli olanıdır’ cümlesini not ediyorsunuz. Bu bağlamda düşününce günümüz Türkiye’sinde sanat için negatif bir tabloyla mı karşı karşıyayız? Ne dersiniz?

Derin bir çürüme ve çöküş içerisinde bugünün Türkiye’si. Bu yüzden, günümüz Türkiye’sinde sadece sanat için değil, bu çeperdeki hemen her mefhum için negatif bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Zira toplumu ayakta tutan önemli değerlerden ikisi; “estetik” ve “etik”, gündelik ilişkilerde ve gelecek tahayyülünün harcında bir kıymet taşımıyor Türkiye insanı için.Kuşkusuz bu, kapitalist çürüme ve yozlaşmanın bu topraklar üzerinde yeşermiş özgün bir varyasyonu.

Bu noktada, estetik ve etik çürümenin varlığına dair detaylı bir şey söylememe gerek yok sanırım. Ortalama zekâya sahip her insan bu çürümeyi herhangi bir ek aparata ihtiyaç duymadan görebilir.Bu çürüme, toplumsal olana içkin elbet ve bu yönü itibariyle, neredeyse toplumsal olan her fenomen bir çöküş içerisinde. Ekonomi, politika, spor, eğitim, sanat gibi mevcut sosyal ağın temel ayaklarının hemen hepsi çürüyor. Bu çürüme zamanla ayakların teker teker kırılmasıyla sonlanacak ve yapıyı ayakta tutan hiçbir dayanak kalmayacak. İşte o zaman esas çöküş yaşanacak. Bu çöküşle birlikte göçüğün altında kimler kalacak, hep beraber göreceğiz.

Tabi sanat bu alanlar içerisinde belki de en fazla önemsememiz gereken bir olguyu ifade ediyor. Estetik çürüme, bu bağlamda en fazla sanata yansıyor. Bugün sıradan yurdum insanı için pek de çirkin görünmeyen,Anadolu’nun şurasında burasında karşılaştığımız heykelimsi şeyler, toplumsal alanda yaşanan bir estetik yozlaşmayı da sergiliyor mesela. Burada zamanında ucube diyerek gerçek sanat eserlerini, heykelleri yıkanların; heykel adı altında yarattıkları ucubelerle karşı karşıyayız. “Kültürel hegemonyanıza da son vereceğiz” diyen bir anlayışın, kurduğu yeni kültürel hegemonyaya dair numuneler bunlar.Anlaşılıyor ki, bu dönemin kültürel hegemonyası da, kültürel bir çürümeyi ve yozlaşmayı ifade ediyor.

Muhakkak bu yozlaşma, toplumsal bilinçle doğrudan iltisaklı bir şey. Zira sanatı var eden estetik değer, belirli bir bilinç aşamasında erişilebilecek karakterde. Kurulan yeni kültürel hegemonyayla toplumsal bilinç de şekilleniyor ve zayıflıyor. Bu anlamıyla, toplumsal bilincin zayıflığı beraberinde estetik bir gerilemeyi de kaçınılmaz kılıyor.

Türkiye gibi toplumlarda ise bu zayıflama,aslında yıkıma kadar uzanan bir süreci ifade ediyor. Zira buradaki zayıflığın dozajı artık, dehşet bir çürüme olarak karşımıza çıkıyor. Burada belirli kırılma noktalarına kısaca değinmekte fayda var belki.Anadolu sanatı, Osmanlı’dan günümüze, esasen Müslüman topluluklar dışında şekillenen bir ağı ifade ediyor. Kırlarda Alevi külliyatı ile gelişen bir müzik ve sözlü edebiyat; kentlerde ise Ermeni, Yahudi, Rum ve Levanten topluluklar refakatinde şekillenen çeşitli sanat disiplinleriyle kendisini var eder bu sanat. Geç Osmanlıyla birlikte, Jön Türk hareketinin de etkisiyle modern anlamda sanata ilgi duymaya başlansa da esas sıçrama Cumhuriyet ve köy enstitüleri ile yaşanır. Modern sanatla tanışır Anadolu köylüsü bu vesileyle. 60’ların sonu ve tüm 70’ler boyunca ise, dünyada gelişen sol rüzgâr Türkiye’yi de etkisine alacak ve sanatın hemen her alanında çok derin eserler üreten bir damarla karşılaşacağız.

Az evvel bahsettiğim, sanattaki derinlik ile bilinç arasında var olduğunu ileri sürdüğüm ilinti, tam da burada anlam kazanıyor. Toplumsal bilincin yükselişi, sanatta da bir sıçramaya neden oluyor. Dünya tarihi buna envai çeşit örnekle tanıklık eder. Bu anlamıyla Türkiye toplumunda büyük bir bilinç kıyımı gerçekleştiren bir olgu olarak, 12 Eylül darbesinden bahsedebiliriz. Estetik ve etik değerin toplumsal hayatın dışına itilmesine önayak olan bu hareket, son yirmi yılda şahlanan “siyasal islamla” birlikte nirvanaya ulaşmış oldu. Bu atmosferde filizlenmiş bir özne olarak Türkiye insanı, bugün estetik ve etik değerlerle arasına büyük bir duvar örmeyi tercih eder hale geldi. İşte bu tercih, bugün ülkede yaşanan her şey gibi, sanatın da çöküşüne neden oldu.

Son olarak pandemiden bahsedelim. Kitabınızpandemi günlerinde yayımlandı. Okuma ve yazma alışkanlıklarınızda değişiklikler oldu mu? Bu süreç size neler düşündürdü? Nasıl geçiriyorsunuz günleri?

Kuşkusuz yazmak için okumak lazım. Bence iyi bir yazar olmanın ilk koşulu, iyi bir okur olmaktır.Bu, okuyan herkesin iyi bir yazar olacağı anlamına gelmiyor elbette. Bu laf, sadece iyi bir okur olmayan kişinin yazamayacağı anlamına geliyor. Dolayısıyla yazmak ve okumak edimleri, birleşik bir bütünü oluştur. Bu anlamıyla bir fiil olarak “okumak”, başka bir çeperde daha değer ve anlam kazanıyor.

Pandemi süreci ise, okuma ve yazma alışkanlıklarımda belirli bir değişim yarattı. Bu dönemde insanların daha fazla okuyup yazacağına dair genel bir kanı vardı. Oysa bende tam tersi bir etki yarattı bu süreç. Hem kent hayatının yorucu temposu, hem de pandemi sürecinin olumsuz psikolojik etkileri, okuma eylemiyle arama duvarlar ördü sanırım.Günlük okuma hacmi ve süresi, pandemi döneminde neredeyse yarıdan yarıya düştü.

Oysa insanların evlerine kapandığı, ya da sosyal hayattan soyutlandığı bir dönemde, daha fazla okuma yapacağı düşünülmüştü.

Ancak bu süreçte yazma edimi ile aramda daha yoğun bir bağ oluştuğunu söyleyebilirim. En azından pandemi koşulları ortadan kalkana kadar, biriktirdiğim çalışmaları sonlandırma ihtimalim doğdu. Bununla beraber, benim deokuma ve yazma dışında başka bir hayatım var. Bu hayat başta çalışma alanı olmak üzere, başka bir yoğun tempoyu ifade ediyor.Bu yoğunluk, belirli noktalarda, pandemi sürecinin negatif etkilerini de parçalıyor.

Pandemiyle birlikteçıplak gerçeği bir kez daha gördük. O da kapitalizmin, ikiyüzlülüğü ve vahşiliğiydi.Büyük kapitalist şirketlerin tekelinde ve inisiyatifinde şekillenen ilaç endüstrisi gaddarlık dozajını arttırdı. Şirketler arasında dönen patent savaşları ve kâr hırsı, tüm tiksinçliğiyle ortalığa saçıldı. Çaresi ve aşısı bulunan bir salgın; yeryüzünde milyonlarca insanı öldürdü. Büyük kapitalist firmalar ve devletler, adeta bu insanların ölümüne göz yumdu. Bir takım yoksul ülke insanları neredeyse aşıya hiç ulaşamadı.

Türkiye ise bu süreçte dünyadaki en başarısız örneği temsil etti. Hatırlayın, basit, elyaf bir maskeye ulaşamadı insanlar aylar boyunca. Tedarik edildiği söylenen aşılar ise bir türlü gelmedi ülkeye; adeta yılan hikâyesine döndü. Oysa zamanında gelmiş olsaydı, binlerce insan hala yaşıyor olacaktı. Mevcut iktidar vaka sayılarını gizlemek için gösterdiği yoğun çaba ve emeği, insanların kurtarılmasına yönelik sergileseydi, bugün pek çok dostumuz, yakınımız aramızda olacaktı.

Sadece salgın ve sağlık alanındaki basiretsizliğiyle değil, ekonomik alandaki başarısızlığıyla da, bu süreçte ülke insanını aç bıraktı “siyasal İslam”. Pek çok iş kolunda çalışan yüzbinlerce insan, bir anda işsiz kaldı. Bir kısmı bu nedenle intihar etti.Bir kısmı ailesinin yanına ya da köyüne göç etti. Yandaşların devleti ve halkı soyması üzerine kurulu mevcut ekonomik model, kaçınılmaz olarak halkın yoksullaşmasına ve pandemi sürecinde büyük çöküşe neden oldu.

Üstelik bu süreç sınıfsal bir gerçeği daha hatırlattı. Milyonlarca emekçi, toplu taşıma araçlarına, servislere mahkûm edilerek, fabrikalara ve çeşitli kalabalık iş alanlarında çalışmaya zorunlu bırakılırken; patron çocukları Boğaz’daki yalılarından; pandemiyi nasıl güzel değerlendiririz videoları yayınladı.

Bu yönüyle pandemi, hem tüm dünyada hem de ülkemizde, kapitalizmin ve talana dayalı bu düzenin suratındaki renkli maskeyi bir kez daha düşürdü.