İstanbul’un yıllar içindeki dönüşümünü, öykülerinde anlatan Adnan Özyalçıner, mekânın yarattığı düalitenin dönüşümlerin yarattığı sosyal adalete içkin çelişkilerin farkındadır ve öykülerinin temelini bu çelişkilerle kurar

Yazmak için  bir kâğıt,  bir de sokak…

AYŞEGÜL TÖZEREN

Fotoğraf: Kadir İncesu

Adnan Özyalçıner’i elli kuşağı öykücülüğünün içinde emekçilerin hikâyelerini kâğıda dökmüş bir edebiyatçı olarak sayabiliriz. Ancak Özyalçıner’in metinlerine dokunduğunuzda, onu hiçbir sınıflandırmanın cenderesine sokmak istemezsiniz. Çünkü o 'kuşağını beline dolayıp', kendisini sokağa atmış bir yazardır.

Masa başında yazmaz, yürüyerek yazar.

Öykülerini yazmak için bir kâğıda, bir de sokağa ihtiyaç duyar.

‘YAŞAMAK İÇİN AYAĞA KALKMAMIŞKEN’

Öyküleri, hayatın ve edebiyatın sınırından ucubeleriyle grotesk kahkahalar atarken, Henry David Thoreau’nun sesini duyarız: “Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.”
Adnan Özyalçıner, edebiyat serüvenine adım attığı günden beri yürür, ellilerde 'Panayır' öyküsünü yazarken, Göksu Çayırı'nda, Küçüksu’da dinlenir, bir panayırı çalışanlarının düşlerinden başlayarak anlatır.
Kalıplardan kaçınır, onun öykü kahramanları 'sarkık memeli, çekik gözlü deniz kızları'dır. Yazara göre, sanatsal olarak “o özgür oldukça toplumsal özgürlüklerin savunulması da kolaylaşır.”

Daha sonra 'Sağanak' adıyla yayımlanacak olan, 1972 ilk basım tarihli 'Yıkım Günleri' başlıklı öykülerinde, Şehzadebaşı Saraçhane alanına yönelir. Onun öyküleri, sokakların, meydanların sesidir; mekânların dönüşüm sancılarını da anlatır. Özyalçıner, kentin dönüşümünün sadece 'biçimsel bir dönüşüm' olmadığının farkındadır, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel etkileri vardır ve bunlar, en çok da yoksul kesimlerin yaşamlarını değiştirecektir. O, Henry Lefebvre’nin sınıflandırmasıyla, en çok 'temsiliyet mekânlarını' yazacaktır. Kolektif bir düşün, fantezinin mekânlarını… Şehzadebaşı da böyledir. Onun hikâyesini topal bir sokak satıcısının öyküsüyle birleştirir. Sokak satıcısının kaderini İstanbul’un tarihiyle birleştirir ve büyük İstanbul yangınıyla başlatır. Kent, insan ve edebiyatı birdir. Biri yağmalandığında, aslında diğeri de yağmalanır.

Şehzadebaşı’nda yıkılan adadaki binalardan birinin bodrumunda yaşayan sokak satıcısı, kentsel dönüşümle sokaktan çekildiğinde, yazları gelinciklerin rengi, yeşil yapraklarla süslediği çavalyesindeki taze badem hıyarının kokusu da çekip gider.

ÇAVALYE SÖZCÜĞÜ HİÇ YAŞADI MI, PATRON?’

Adnan Özyalçıner, doksanların başında dönüşümü şöyle anlatır:

“İstediğin yeri saniyesinde betonlaştırıyor. Bu durumda bir avuç toprak kalmıyor. Toprak kalmayınca çiçekten yoksun kalıyoruz. Çiçekleri unuttuk artık. Renklerini de kokularını da. Ama kokularını unutmamamızı isteyenler var. İyiliğimiz için. O yüzden oda spreyleriyle yatak odalarımıza, helalarımıza kadar evlerimiz çiçek kokularından geçilmiyor. Gerçeği bu kadar kokamazdı çünkü.”

Çiçeklerin kokusunun gerçeğini unuttuğumuz, belki de hiç görmediğimiz bir dünyada, kopyası üzerinden hakikisini hayal etmeye çalışırız. Özyalçıner gibi edebiyatçılarsa, Jean Baudrillard’ın deyimiyle 'simulakr' çağında, yaşamın içinde hâlâ saklı olduğuna inandıkları hakikati ifşa etmeye çalışırlar.

Sokaklar, meydanlar birbirine benzemeye başlayıp, betonlaştığında, 'konserve kır kokusu' ortalığı sardığında, edebiyat bundan etkilenmez mi? Şimdilerde, yazarın “Yıkım Günleri' öyküsünde geçen 'çavalye' sözcüğünü hangi edebi metinde görebilirsiniz? Binalar konserve kutularına benzediğinde, edebiyat da konserveleşir, hava almaz, sterilleşir. Birbirinin kopyası hayatların öykülerini okumaya başlarız. Özyalçıner’in yoksulları, emekçileri öykünün sokaklarından çekilir, her yeri Amerikan orta sınıfının hikâyeleri işgal etmeye başlar.

‘OYSA Kİ ÇÖPLÜKTESİNİZ’

Oysa topal sokak satıcılarının, yoksulların düşleri vardır. Özyalçıner, bu fantezileri, bir karnaval anı olarak kurgular: “Düşünde tramvaylar bayraklarla donanmış, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Caddenin ortasındaki atkestaneleri, pembeli beyazlı, salkım salkım çiçek açmış, park güller, menekşeler içinde, cadde, en güzel giysilerini giymiş çocuklar, çocuklarının ellerinden tutan temiz giyimli ana babalarla hınca hınç dolmuş.”
Özyalçıner, yoksulların düşlerinin ve düş yıkımlarının içinden adımlamayı sürdürür ve 'bir şehrin öyküsü' olarak tanımladığı, yetmişlerin başında yayımlanan 'Yağma' isimli öykü kitabında, Kapalıçarşı’ya, Bozdoğan Kemeri'ne, Gülhane Parkı'na, Karaköy Köprüsü'ne yürür, kendi hikâyesini yazamayacak mekânların hikâyesini edebiyatla buluşturur. Bir gezgin gibi dolaşsa da, o bir flaneur değildir. Kenti, bir gözlemci mesafesinden izlemez, o sokakların bir bileşenidir. Bundan, oda spreylerinin yayıldığı yerlerdense, kentin çöplüklerinde gezinmeyi tercih eder.

Yazan da, karakterleri de bilirler çöplükte olmayı:

“Oysa ki çöplüktesiniz. Silkinin biraz, açın gözlerinizi ne olur! Yüzyılımızı, özellikle yüzyılımızın tepe tepe kullandığınız, bize de, her türlü kanlı artıklarını bıraktığınız çılgınca hızını, biraz da kendi kendinizi unutun. Kısa bir süre için unutmayı deneyin. Gerçek bir çöplüktesiniz işte. Bir dilenciyle de karşı karşıyasınız.”

İstanbul’un yıllar içindeki dönüşümünü, öykülerinde anlatan Adnan Özyalçıner, mekânın yarattığı düalitenin dönüşümlerin yarattığı sosyal adalete içkin çelişkilerin farkındadır ve öykülerinin temelini bu çelişkilerle kurar. Evrensel gazetesinde yazdığı gibi, “İstanbul’un uzak, yakın belediyelerinden birinin etkinliğine çağırdıklarında araçla evden aldırmayı önerdiklerinde hep araç istemediğini, kendisinin gelebileceğini söyler; her seferinde geze geze gider çağırdıkları yere.”

O, öykünün vapuruna, tramvayına, metrosuna, metrobüsüne biner, mahallelerde gezinir. Bundan konserve kır havasına, konserve çiçek kokusuna, konserve insan tabiatına, konserve edebiyata onun öykülerinde rastlayamazsınız.

cukurda-defineci-avi-540867-1.