Bir yazarın kalemi kırılmak isteniyor, zindanda soluksuz bırakılıyorsa ben dışarıda, nasıl okuyup, yazıp işime bakacağım? Garip günler ,evet. Ders alınmayan, yavan günler

“Yazmak, sevişmek her şey yasak!”

1.

Kitaplarla yaşayanlar ve kitaplardan haberi olmayanlar, diye ikiye ayrılıyor insanlar. Kitaplara meftun, neredeyse kitap olmadığı yerde soluk alamayan kimselerin hasta olduğunu biliyorum. İyi bir hastalık bu… Sadece kendine dert verir kişi, kimselere bulaştırmaz. Yorgun, uykusuz bırakır insanı bu hastalık. En keyifli yaşamı sürdürür öte yandan…

Sinemadan hiç hoşlanmam aslında. Geceleri kimi zaman ilgi çekici yaşam öykülerine denk gelince izliyorum. Yazarların, sanatçıların yaşamlarını nasıl kurguluyorlar ilgiyle bakıyorum. Çoğu berbat öykülere indirgeniyor. Hemingway’in yaşamını izledim yeniden. Tanıdığım bir yazara, derinden baktım diyelim. Bazı yazarlar onun gibidir; tutkulu, kavgacı, her ânı dibine dek yaşayan, şehvet tutkunu, esrik ve yapayalnız.

Tutkulu bir aşkı birlikte büyüttüğü Martha Ellis Gellhorn iyi bir gazeteci, savaş muhabiri. Hemingway ve Gellhorn arasında süren, tükenmez savaş benim konum. Büyük yazarın intiharıyla biten bir ömür... Bir yerde, sert bir kavgadan sonra Hemigway haykırıyor Gellhorn’a;

“Seni kurtlar yedikten sonra bile insanlar beni okuyor olacak!”

2.

Çevremde şirin bir kitapçı, kahve açma sevdalısı bir yığın beyaz yakalı var. Ne okuyorlar derseniz, çer çöp! Kitaplarını nereden ediniyorlar derseniz, ya internet siparişleriyle, ya da çoğunlukla AVM’lerde egemen olan seri mağazalardan. Bu mağazalarda yazık ki kitaplar yerlerini; şeker, silgi, matara, oyuncak ayı gibi nesnelere hızla terk ediyor. Oysa kitaplık/kütüphane görmekle yakından ilgilidir. Kitap kurtları bilir ki; okumak kadar, koklamak, dokunmak, bakmakla da ilgilidir kitaplar. İhtiyaçlar, alışkanlıklar değişirse, kavram da anlamını yitirir. O yüzden “e-kitap” başkadır, “kitap” başka. Tek ortak yanları, ikisinin de okumayla ilgisidir…

Geçende acil gereksemeyle, seri mağazadaki kitapçıya Hemingway’in bir kitabını sordum. Tezgâhtar çocuk önce yüzünü buruşturdu “Yerli yazar mı?” diye sordu. Yabancı ve ünlü biri olduğunu söyleyince ben, tanımadığını söyledi ve bilgisayarda arama yapmak için adın doğru yazılması gerektiğini, ekledi. Elime bir kalem tutuşturup “Hemingway” yazdırdı bana. Ardından depo bilgisini hemen veren akıllı bilgisayara sordu “Bizde Hemingway var mı?” diye. Seri kitapçının akıllı bilgisayarı da tanımıyordu “Silahlara Veda”nın, “Yaşlı Adam ve Deniz”in yazarını.

Mağazadan çıktım, ışıklı, gürültülü AVM içinde kendimi yapayalnız, kimsesiz hissettim.

3.

“Anne Frank’ın Hatıra Defteri”ni okudum. Bazı kitaplar hep vardır ama bir türlü elim gitmez. Bir çocuğun düşleri nasıl olgunlaşır, hangi aşamadan geçer, nasıl solar ve ölüm nasıl alır elimizden o çocuğu, adım adım izliyorum defterle birlikte. İrkilerek okumaya başladım. Rahatsız eden, ürküten bir kitap… Sözcüklerin sıralanışı, gücü, henüz onlu yaşların başında bir çocuktan beklenmeyecek türden; biraz “büyümüş de küçülmüş” dedirtecek cümleler…

İlerledikçe, her çağın olağandışı kişiliklerini fark ediyor insan. Tüm yaşamını büyük bir yazar/gazeteci olmak düşüyle geçirmiş Anne Frank. Peki, “Tüm yaşamı” dediğim nedir ki? Nazilerin dünyaya korku salıp, cinayetler işlediği dönemde, Hollanda/Amsterdam’da yaşayan bir Yahudi ailesi başına gelecekleri sezdiği için, önlem alıp, korunaklı, gizli depo türü bir yere yerleşiyor. Yanlarında bir diğer aile ve sonradan katılan başka bir misafirle birlikte… Anne Frank 8 Temmuz 1942 günü şöyle yazıyor;

“İlk koyduğum şey bu ciltli defterdi, sonra bigudi, mendiller, okul kitapları, bir tarak, eski mektuplar… Aklım saklanma düşüncesiyle meşgul bir halde en çılgınca şeyleri çantaya koymuştum, ama pişman değilim, anılarıma kıyafetlerimden daha fazla değer veriyorum.”

Yıllarca günışığını göremeyecek, karanlık dehlizlerde yaşamaya mecbur insanlardan söz ediyorum. Öyle ki, günlük yaşamdaki tüm içsel ve topluma özgü çatışmalar o küçücük alanda cereyan ediyor. Fırsatçılık, naz, yalan, arzu, öfke belki en uç sınırlarda yaşanıyor. Neden? Her an kapı kırılabilir ve içeri, ölüm kamplarına bu insanları götürecek SS girebilir. Bu korku, bir genç kızın ruhuna nasıl tesir eder, okuyorum:

“İnan bana, insan bir buçuk yıl bir yerde kapalı kaldığında, kimi zaman buna dayanmak zor olabiliyor. Ne kadar değer bilmezlik, haksızlık gibi görünse de duygular yok sayılamıyor. Bisiklete binmek, dans etmek, ıslık çalmak, dünyayı seyretmek, kendimi genç hissetmek, özgür olduğumu bilmek… Bunlara hasretim ve yine de bu özlemimi göstermemek zorundayım çünkü sekizimiz birden şikâyete başlar veya suratımızı asarsak bu işin sonu nereye varır?”

Küçük kız defterine Kitty diye sesleniyor. Bir ispiyoncu komşu, uzun ve acılı sürecin sonunu getiriyor, evde gizlenen sekiz kişiden sadece biri sağ kalıyor. Toplama kampı yolculuğu ve acı son…

Hep yazar olmak isteyen, gelecek düşleri kuran ve “Acaba benim yazdıklarımı kimse okuyacak mı?” diye meraklanan Anne Frank, tam on altı milyon adet satılan bu kederli kitabın yazarı.

4.

yazmak-sevismek-her-sey-yasak-178763-1.Hulki Aktunç kaç gündür aklımda. Bazı sıra dışı, ele avuca gelmez yazarlar vardır ki, okumaya doyamaz insan. Bunlardandır Aktunç. Pek kimsenin meraklanmadığı meseleler üzerine kafa patlatır. Bir kez karşılaşmıştım. Yanılmıyorsam hastaydı. İşçilik tarafı da vardır, estetik ölçüt koyan kalemi de! Pek kimselerin yolu düşmüyor şimdilerde ona. Oysa Hulki Aktunç okumak hem eğlencelidir, hem bilgilendirici.

“Yaşamımızda şiire ne kadar yer kaldı?” sorusuna şaşar dururum. İçinde kıvranıp durduğumuz şu bataklıkta, şiir dışında ne olanağımız var ki? Şiir yeni bir düşünme biçimi önerir bize, darda kaldığımız zaman farklı bir yerden isyan etme olanağı verir, yetmez, eğer özenliyse okur içine katar yeniden kurmaya çağırır onu. Hulki Aktunç sözcüklere takla attırır bazı; yalın olmanın değerini biçer sonra; anlamı bıkmadan usanmadan yeniden doğurur… Bıçak sırtı bir şairdir.

Elimde “Büyük Argo Sözlüğü” var. Edebiyatın en değerli kaynağıdır sokak, mahalle, batakhaneler. Dili zenginleştirir, anlamı yoğunlaştırır. Bir de, yapaylıktan kurtarır yazarı. Hoş, bugünlerde hakikat edebiyatla da gölgelenir oldu. Benim “tersten şarkiyatçılar” dediğim tipler egemen sahaya. Neyse, Aktunç’un bu kitabı fevkalade faydalı. Tumturaklı, usturuplu sövmek için şart.

Geçen de “Erotologya” adlı kitabını aldım sahaftan. Ne güzel denemecidir Hulki Aktunç. Cinsel meselelerini yazmaktan, konuşmaktan kaçınan topluma bir el feneri tutmuş. Mizahı da içinde! Bir yerde şöyle diyor;

İşte Tolstoy da, Gorki’ye günün birinde (belki de böyle bir abartıya korkuyla baktığı için) şunları söyler:

‘Erkeği s.k.nden tutan kadın tehlikeli değildir. Erkeği ruhunun s.k.nden tutan kadın tehlikelidir”

Katharine ve Baltacı’dan girmiş meseleye Aktunç, sevgililerin abartılı övgüsüne dek gelmiş. İki yazarın aralarındaki konuşmayı böyle aktarır bize. Bir yerde ilginç bir konu çıktı karşıma. Aktunç şöyle yazmış;

“Geçenlerde bir BBC muhabiri Türk aydınlarıyla bir dizi görüşme yaptı. Özellikle cinsel azınlıklara karşı uygulanan baskılarla ilgileniyordu; adam hemcinsel olduğunu da gizlemiyordu… Kendisine şöyle dedim: “Avrupa’nın eski ve yeni tarihinde, hemcinsellik saptaması ya da suçlaması yüzünden yakılmış öldürülmüş çok insan vardır; bizde böyle bir olgu bulamazsınız. Bu topluma bakarken, önyargılarınızı gömmeyi niçin, neden beceremiyorsunuz?”

Kitabın basım tarihi 2000. Yani AKP’den önce. Bu satırları okuduğum günlerde bir trans kadın önce kaçırıldı, sonra, tecavüz edildi ve yakıldı.

Bir de aklıma yasaklanan Mehmet Ergüven’in “Pusudaki Ten” kitabı düştü.

Yazmak, sevişmek her şey yasak!

5.

“sönmemiş dizeler” ne güzel bir şiir kitabı adı. Hulki Aktunç iki damardan akıtmış şiirini burada. Bir yede incelikli, hüzünle taçlanmış, yalın ve hasret şiirleri var. Öte yandan, dilin olanaklarını, imgeleri iyice kışkırtan dizeler:

-yüzünde günahın tozları
şaşan dünya şaşı dünya
tütünün kalmadı artık
bir sonraki viranı yakmaya

kirpiklerinde kör olmuş senin
gözlerinden de kör dünya
-gözleri eksik dünya

-bırak yapraklarını bırak
ummana girip ıslanmayanı anlat
yelkeni gül yaprağından tekneyi söyle
-poyrazı eksik dünya

6.

Günlerdir roman için tek satır yazmadım. İyi başladım, ne yaptığımı bilerek, soluklu ilerledim ve durdum. Her romanda böyle bir an gelir, garip bir yabancılaşma olur, ancak bu kez çok tuhaf her şey. Roman sürecine ne çok mesele girdi. Cunta kalkışması, ardı sıra ölümler ve şimdi savaş ortamı. Yazmanın o sağaltan yanı, kimi zaman, keder içinde eriyor ve yazarı güçsüz kılıyor. Sanki önemsiz bir işle, bencilce, kendini dünyaya kapamış gibi hissediyorum kendimi. Can sıkıcı.

O(HAL) günlerinde, ağızdan çıkan her buyruk kanun oluyor. Aslı Erdoğan’ın evini bastılar. Bir yazarı, sadece adı bir gazetenin künyesinde diye, önce mahkeme koridorlarında süründürdüler, ardından yok yere tutuklayıp, içeri tıktılar. Şimdi hücrede. İlaçları verilmiyor, kirli bir ortamda ve havasız, susuz. Aslı Erdoğan “direniyorum” diye yazmış. Kırılganlığından kurtulup, yaşama tutunmuş. Çok tuhaf günlerden geçiyoruz.

Bir yazarın kalemi kırılmak isteniyor, zindanda soluksuz bırakılıyorsa; ben dışarıda, nasıl okuyup, yazıp işime bakacağım?

Garip günler, evet. Ders alınmayan, yavan günler.

7.

yazmak-sevismek-her-sey-yasak-178764-1.

Yolculuklar gözümde nasıl büyüyor. Kimseyi kırmamak için, kendimi hırpalıyorum. Hele de uzun yollar bir başka. Datça’yı bırakıp gelmek güç oldu. İnsan evini özlüyor gerçi. O yarım yamalak kanepe, ucuna sığıştığın iskemle, balkona çıkıp şöyle bir etrafa bakmak falan… Ev korunaklı.

Evden çıkmak istemiyorum. Hem yorgunluk büyüyor, hem yol gözümde. Birileriyle buluşmak, söyleşmek bile gelmiyor içimden. Sürekli akan haberler de yaşam sevincini çalıyor. Kaygılı insanlar, birbirine bulaştırıyor bu duyguyu sanırım.

çay demli
suskun gümüş fotoğraf
anneannemi
radyomu
bir de
ellerimi gördüm kırışık
çocuk parmaklı
titreyen lamba avucumda
kaydı
ince belli bardak
dökülen şairin kanıydı