Güncel yaşamın tam da içinden yazan Yasemin Yazıcı ile son öykü kitabı Sözçalan Karanlık üzerine konuştuk. Yazıcı: Yazmanın özü, özgürlük, bağımsızlık arzusuyla doludur

Yazmanın özü bağımsızlık arzusu

Fatma Nuran Avcı

Yasemin Yazıcı için kıyıda duran yazarlarımızdan diyebiliriz. Ancak yapıtlarında güncel yaşamın tam da içinden yazıyor okuruna. Nota Bene Yayınevi tarafından yayımlanan son öykü kitabı Sözçalan Karanlık, yine edebiyat ve hayat üzerine düşünmemizi sağlayan bir yapıt. Okuru birbirinden farklı temalarla, özgün anlatımıyla, şaşırtıcı sonlara fark ettirmeden sürükleyen incelikli bir yazı ustalığı sergiliyor. Merak uyandıran bir yazar.

»“Söz Çalan Karanlık” adlı kitabınızın öyküleri ilginç ve sıra dışı. “Ada Su Atlas” sembollere dayalı, yavaş yavaş açılan çözümü ile kıstırılmış, hücrelere hapsedilmiş duygu temposunu düşürmeden konusunu kucaklayan bir öykü. Bu öykünün hikâyesi nedir?
Doksanlı yıllar ve sonrasında ülkemiz insanları yaşanan şiddettin etkisiyle, kesinkes birbirine düşmanca bölündü. “Aydın, ulusalcı, liboş, dinci” diye birbirine düşüldü. Ama yanlış denklemlerle, doğru sonuçlar elde edilmez. Ben de kendi düşüncelerimi açıklarken, ön yargılı türlü yaftalarla karşılaştım. Benim gibi birçok kişi yalnızlaştı. Hayatın bireyin üzerinden süregiden dramatik yapısını anlamak gerek, anlamak için de elbette ötekini duyumsamak zorundayız. Ancak, toplumda ilk önce ön yargılarımız tanışıyor birbiriyle. İyi ya da kötü tüm önyargılar zamanla toza buluyor. Böyle siyasal söylem ve eylem kargaşasında, bir başına kalan, düşünen bireye ulaşmak istedim sanıyorum. Bu öykümse her köyden kovulma yalnızlığı…

»Öykülerinizde kapalı da, açık da olsa yakın tarihin acıları derin izleri duruyor. Genel olarak anlatımınızda kişiliğinizin, olaylara genel tepki ve yaklaşımınızın yansıması, iz düşümü var mıdır?
Yazarın tutumunu, yazdıklarıyla açıklamak en doğru bir yaklaşım bence. Yazarak, bu tutumu oluşturan genel bakışımızı ortaya koyarız. Yazmak varoluşsal bir durumsa, var olmak için gösterdiğiniz değerler yazıya geçer. Yazının bir geçirgenliği vardır. Ne kadar “mış” gibi yapsanız, dikkatli ve farklı zaman okumalarınızda alttan alta yazarın özgün izleği görünür. Ben siyasi anlamda bağımsız olmaya çabalarım düşüncelerimde ve kendi tarafımda durmaya çalışırım… Gerçeği uygun bir mesafeden görmek isterim. Sonuçta kendi mesafemle, her oluşumun içindeyim diyebiliriz.

»Ayı, kaplumbağa gibi simgesel öğeleri barındırıp yarattığınız metaforlarla dikkat çekici öyküleriniz gerçekten başarılı. Sizce bu tür öğelerin öyküde kullanımının belirli kuralları olmalı mı?
Bu çok eskiden beri yapılagelen bir tarz, masallarda, mitolojiler böylesi simgesel anlatımlar pek çok biçimde denenmiştir. Bense öykümde, öyle gerektiği zamanlarda kullanıyorum bu simgeleri. Öykünün anlatım dilini oluşturan bir düşünce, bir imge, bir söz… çağrışımı yapan esin neyse, sonrasını düşündükçe görmeye başlıyorum, dilini kendi dilimle örtüştürerek yazıyorum… teknik olarak böyle oluyor sanıyorum. Sizin sorunuza gelince, eğer yerindeyse elbette değeri vardır. Yerinde olan her sözcük gibi, imgelerin ve simgelerin anlatım diline kattıkları değer yadsınmaz.

»Roman siz de ilk sırada. Öyküler peşinden geliyor. Üstelik öyküde bambaşka bir çizgide ilerliyorsunuz. Özellikle gerçeküstü öyküleriniz. Siz hem gerçekçi, hem gerçeküstü anlatımı paralel götürecek kadar çeşitlilik içeren kaleme sahipsiniz. Bu değerli kazanımın, ustalığın nedenlerini sorabilir miyim?
Aslında ben de kısa öykülerle, şiirle başladım yazmaya. Teknik olarak da böyle başlanması iyidir bence. Çünkü kısa metinlerle dil arayışınızı geliştirmek, özgün anlatımlara ulaşmak daha olası… Ancak benim edebiyat ortamından birden sinema ortamına geçmem edebiyat çalışmalarımı durdurdu. İlk öykü dosyamı (toparlasaydım) ayrıca bir romana da başlamıştım… Seksenlerin ortalarında yayımlanabilirdi. Bense sinemaya yönelerek, farklı bir deneyime yelken açtım. Değerli yönetmenlerle, senaryolar üzerine çalıştım, film çekimine, montaja katıldım… Sonrasında, kendi kuşağımdan arkadaşlarım gibi ben kendi filmimi çekmek istiyordum. Kendi senaryolarımı yazıyordum. Senaryolarımız üzerinde ateşli tartışmalar yapıyorduk ki, birden her şey değişti. Sinemada film yapılamaz hale gelince, edebiyata dönüp Kaybolan Kasaba’yı yazdım. İlk roman olmasına karşın, önemli yazarlar tarafından olumlu tepkiler aldım. Ancak o ilk romanda, aslında edebiyat dili olarak öyküye daha yakın hissettim kendimi, hatta bunu söyleyenler oldu. Böylece yeniden öykü yazmaya başladım. Dergilerde yayınlandılar. Zaten en yakın edebiyat arkadaşlarımın pek çoğu öykücüdür. Sanırım onlardan da etkilendim. Öykü dilini, roman da seviyorum ben.

»Kitaba adını veren son öykünüzle seslendiğiniz kişilik ve seslenme biçiminizle yaşadığımız karanlık çağın çarpıcı özeti.
Yazmanın özü, özgürlük, bağımsızlık arzusuyla doludur. Yazmak, özgürlük duyumunu algılamaktır. Siz ve hayâl dünyanız, düşünceleriniz, hayata bakışınız hepsi bu özgürlükte kendine yeni kanallar açmaya çabalar. Çok söylene geldiği gibi, özgürlük, insanın her istediğini yapması değil, yapabileceğini hissetmesidir. Gece yarısı yolda yürümek yasaklanırsa öfkelenirsiniz, mesele yürümeniz değil, yürüyemeyeceğinizi bilmenizdir. Demokrasi ve özgürlük konularında özürlü olan bir toplum, her zaman siyasi ve toplum içi kurnazlıklara yatkındır. Bizim de, özgürlüğün yalnızca kendini kurtarmak, kendine kazanım elde etmek gibi türlü kaypaklıklara yol veren bir toplumsal yapımız var. Bu yapıyı böyle korumak için, kendinden başkasına aldırmayanların egemenliğindeyiz. Konuşmak kadar yazmak da zor. Kendini ifade etmek, git gide karanlıkta sözcük aramaya dönüşüyor. Susların içinde dar boğazda kalıyorsunuz… Olmaz ki. Bu egemen olanı da biçtiği sona götürecek bir şey… Böyle açık ya da kapalı otokrat sistemlerde, her insanın boynuna geçirilen zincir, diğer insana bağlıdır. Demek istediğim, bu toplumu tek elde tutmak isteyenler, sonunda boynuna o zinciri geçirecektir. Tarih örnekleriyle dolu. Değil ülkeler, Dünya artık gerçekten birleşik açık bir topluma dönüşmelidir. Benim hayalim bu. Herkesin hayatı çok değerli ve biricik. Buna sahip çıkmalı, kendimize saygı duymayı öğrenmeliyiz.

***

‘Yazarken canlandırma kaygısı yaşıyorum’

yazmanin-ozu-bagimsizlik-arzusu-471156-1.

»Metnin duygu ve düşüncesini başarılı bir şekilde veriyorsunuz. Bunun sırrı olmalı. Yazarken sizde süreç belli bir plan ya da çizgi takip eder mi?
Konserve Duygular gazete sütunlarında sık rastladığımız olaylardan alıyor kaynağını... Çöp ev ve birbirine kapanmış anne-kız hikâyesi. Söylediğiniz metnin duygu ve düşüncesi bağlamında, yazarken yeniden canlandırma kaygısını taşıyan yazarlardanım. Başarılı bulmanıza sevindim. Tabii bu birebire canlandırma değil, gerçek resmi soyutlayarak ortaya çıkan bir biçem. Burada çok hassas bir nokta var, o da öykünün metnin altında ya da üstünde kalmadan kendisiyle örtüşen bir edebi anlatım içinde olması… Yazarken bunu önceliyorum ama her öykümde başarıyor muyum? Bilmem.