Profesör Gerhard Kessler, Leipzig Üniversitesi Sosyal Politika kürsüsü başkanıydı. Çalışma ilişkileri konusunda ılımlı görüşleriyle bilinen bir sosyal politikacı olan Kessler, Nazilerin 1933’te iktidara gelmesiyle birlikte Leipzig Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı. Kessler, savaş politikaları uğruna Naziler tarafından görevine son verilen ilk Alman profesörüydü.
Kessler üniversiteden atıldıktan sonra evinin camları kırıldı, evi ve işyeri arandı ve ardından tutuklandı. Cumhurbaşkanı Hindenburg’un müdahalesi ile serbest bırakılan Kessler, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan aldığı bir davet ile Türkiye’ye göçtü ve 18 yıl boyunca İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde akademik çalışmalarına devam etti. Kessler, bugün Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri olarak anılan Sosyal Siyaset bölümlerinin kurucusudur.

Kessler başta Orhan Tuna olmak üzere Türkiye’de bir sosyal politikacı kuşağının yetişmesinde önemli bir rol oynadı. Profesör Orhan Tuna DP’li yıllarda sendika, toplu pazarlık ve grev hakkı konusunda gerek Sosyal Siyaset Konferansları ve gerek yazılarıyla kamuoyunun ve işçilerin dikkatini sendikal haklara çekiyordu. Tuna ve arkadaşlarının 1950’li yıllarda sendikal bilincin oluşmasında katkısı büyüktür. Ancak giderek otoriter bir rejime dönüşen DP iktidarının sendika ve grev hakkının telaffuzuna dahi tahammülü yoktu.

DP’nin şahin Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan, 20 Mart 1957’de verdiği beyanatta sosyal siyaset seminerlerini veren Tuna ve diğer üniversite hocalarını ağır ifadelerle itham ediyordu: “Yalnız komünist uşaklığı veya şahıs ihtirasları için, sendikalara siyaset sokmak isteyenler (...) Ellerinde sosyal adaletin bayrağını taşıyanların, şimdiye kadar günlük ve işçi gazetelerindeki başmakaleleri, gazetelerde yazdıkları seminer ve kürsülerde söyledikleri birer birer dökülür ve saçılırsa, bu gibi insanların gizli maksatlarının, maskeli yaygaralarının kökünün nerde olduğunu, bu zakkum ağacının nereden sulandığını bu memlekette anlamayan Türk kalmayacaktır.” Bakan Tarhan akademisyenlerin grev ve sendika hakkıyla ilgili konuşmalarını, “Birkaç sahte ilim bezirgânının ve işçilikle alâkası meşkûk sendika esnafının tahrikleri” olarak suçluyordu. Ne kadar tanıdık bir üslup değil mi?
Nazi zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Kessler ile otoriter DP rejiminin susturmak istediği asistanı Tuna’nın yaşadıkları akademinin yaşadığı ne ilk ne de son hukuksuzluktu. Kessler şanslıydı, Nazi toplama kamplarına gönderilmekten kurtulmuştu. Tuna da şanslı sayılırdı, nobran bir bakanın akıldışı suçlamalarına maruz kalsa da üniversiteden atılmamıştı. Aydınlar, bilim insanları her zaman bu kadar şanslı olmadı. Fikirleri uğruna nice akademisyen ve aydın öldürüldü, hapsedildi, zulme uğradı, kürsülerinden ve işlerinden oldu.

Türkiye’de akademiye yönelik son büyük zulüm dalgası 12 Eylül günlerinde “1402’likler” ile yaşandı. 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’na dayanarak binlerce kamu görevlisi ile birlikte yüze yakın akademisyen de görevden uzaklaştırıldı.
Son günlerde akademi yeni bir saldırı ve linç dalgası ile karşı karşıya. “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyle ülkenin en önemli sorunu, Kürt sorunu konusunda görüşlerini açıklayan ve barış isteyen bilim insanlarına karşı eşine az rastlanır bir sindirme ve linç kampanyası yürütülüyor. Hukuksuz idari ve cezai soruşturmalar, görevden almalar, tehditler, hakaretler dur durak bilmiyor. İfade özgürlüğü ayaklar altında, akademik özgürlük hiçe sayılıyor.

Akademiye, ifade özgürlüğüne ve bilime tahammülsüzlük nasıl da bütün baskıcı rejimlerin/yönetimlerin ortak paydası! Cehaletlerini perdelemek ve halkın öğrenme ve bilme hakkını engellemek isteyenler nasıl da bilime ve üniversiteye saldırıyor.
Bunlar çok tanıdık. Yel kayadan ne koparır! Kalıcı olan; hakaretler, soruşturmalar, nobran nutuklar değil fikirlerdir. Sözün karşılığı sözdür. Fikri olanlar fikirlerini yazıyor, söylüyor. Akademinin özü ifade özgürlüğüdür. Fikirlerinizin gücüne inanıyorsanız çıkar söylersiniz. Fikriniz yoksa, ikna kabiliyetiniz yoksa tehdit edersiniz, soruşturma açarsınız, gözaltına alırsınız, nobran nutuklar atarsınız...

Barış bildirisini imzalayan akademisyenler ifade özgürlüğünü kullandı. İfade özgürlüğü ne idari ne de ceza soruşturmasının konusu olabilir. Üniversiteler gelecekte kara bir leke ile anılmak istemiyorsa hukuksal dayanağı olmayan idari soruşturmaları durdurmalı ve görevden alınan meslektaşlarımızı görevlerine iade etmelidir.
Unutulmasın, tarih ifade özgürlüğü adına bedel ödeyen insanları hep haklı çıkardı.