Yeleğin cebindeki anne

AYŞE ALAN

Kimi gün öylesine yalnızdım

derdimi annemin fotoğrafına anlattım.

Didem Madak


Eli belinde, gözü sigarasının dumanını takip ediyordu. Her ne kadar sigara kokusunu hiç sevmese de dumanla birlikte evin leş kokusundan kurtulacağını düşünüyordu. İki nefes daha çekti. Tezgahın üzerindeki kenarı kırık çay tabağında söndürdü. Mutfak penceresini açıp önüne bıraktı. Pencereyi tekrar açtığında çay tabağı orada olmayacaktı.

Saat 06.20. Mutfağa girdi. Lavabonun deliklerinden inanılmaz bir koku yayılmıştı. Midesi bulanıyor, kustu kusacak. Elini karnına götürdü, okşadı.

Anneciğim seni ben

Çiçeklerden, yemişten

Sarı saçlı bebekten

Canımdan çok severim.

Altı çay bardağı, altı çay tabağı. Nurdan sekiz yaşında. Annesi komşulara çay ikram ediyor. Çay takımını ablasıyla harçlıklarını biriktirip Anneler Günü hediyesi olarak almışlar. Nurdan okulda öğrendiği annem şiirini pufun üzerinde okuyor. Elleri belinde. Komşulardan bir alkış. Nurdan başıyla selam veriyor. Akşam babası gelince de okuyacak aynı şiiri.

Gitme hep yanımda kal

Beni kollarına al

Pembe gülden daha al

Yanağından öperim

Sonra babası başını okşayacak, sonra akşam yemeği yenecek, sonra anne, babaya çay demleyecek. Sonra anne, baba kavga edecek. Sonra baba, annenin elindeki tepsiyi devirecek. Sonra? Nurdan kırıkları toplayıp pembe gülden daha al yanağından öpecek annesinin. “Korkma, acımıyor” diyecek annesi, “Bak sadece bir tabağın kenarı kırılmış, takım bozulmadı.”

Saat 06.25. Elindeki çamaşır suyunu lavaboya boca ediyor. Yoğun sıvı deliklerden yavaşça akarken suyu açıp kapıyor. “Böyle beklesin bakalım biraz. Belki kokuyu bastırır.” Kocasının gelmesine daha kırk dakika var. Her akşam aynı saatte gelir: 19.00. Şaşmaz. Elinde siyah poşet. İçinde bir küçük rakı, iki bira. Hiç “İçme” demedi kocasına. Evlendikleri günün akşamı içerken ona da bir kadeh rakı vermişti. İtiraz etmeden içmişti Nurdan. Bir daha da vermedi kocası. O da hiç istemedi. İstemezdi. Kimseden bir şey istemezdi. Görünmez olmayı isterdi çoğu zaman. Çocukken de böyleydi. Doymasa da daha fazla yemek istemezdi mesela. Kahvaltı sofrasında ekmeğinin üzerindeki margarin nasıl eriyorsa, o da öyle eriyip gitsin isterdi.

Pencerenin önünde iki karaltı gördü. Kısık sesle konuşan iki kadın. “Kim taşınmış acaba? Ev demeye bin şahit ister. Betonu dökmüş, öylece bırakmışlar. Zemine taş bile döşememişler. Sen nereden gördün ayol? Geçen hafta eski kiracılar taşındıktan sonra bir baktımdı içeri. Nasıl pis bir koku vardı, ıyyh. Adam elektrikçiymiş, benim bey söyledi. Kadını da iki kere gördüm, çocukları yok.” Nurdan içeriden dikkatle dinliyordu. Nefesini tuttu. Dışarıdaki kadınlardan birinin onu tarif etmeye başladığını duydu. Hoşuna gitti. “Kadının böyle kocaman memeleri var.” Elini iki yana açtığını gördü karaltıdan. “Anamın da memeleri aynı böyle büyüktü.” Konu değişti. Ne güzel! Tam da kendini dinlerken. Annesini hatırladı. Okula giderken gömleğini çekiştiriyor. “Kızım çok dar bu gömlek. Memelerin çok belli oluyor.” İçten içe hoşuna gitmişti. “Benim de senin kadarken birden büyümüştü memelerim. Hatta bir gün komşumuzun oğlu laf atmıştı da ne utanmıştım. Kaçıvermiştim eve.” Al işte. Konu değişti yine. Hani benden bahsediyorduk? Bir sigara daha yaktı, yine kokusundan iğrenerek. Kocasının sigarası. Her sabah kahvaltıdan sonra bir sigara çalar paketten. Kocası masada bırakıp tuvalete gider çünkü. Şaşmaz.

Nurdan pencerenin önüne gidiyor. Sigarasını söndürecek. Yok. Çay tabağı gitmiş. Nereye gider? Dışarı çıktı, yerlere baktı. Belki de çöpçüler alıp götürmüştür. Havadaki kömür kokusunu içine çekiyor. Hep sevdi bu kokuyu. Bir gün dışarı çıksa, sabahın köründe. Akşama kadar bilmediği mahallelerde, yabancı sokaklarda dolaşsa, yalnız kömür kokusu tanıdık gelse. Bir yandan yürüse, bir yandan içine çekse kokuyu. Zehirlense azar azar. Beşikte sallanan bebeğin uykuya dalışı gibi, usulca, sessiz.

Gece olunca bir parktaki bankta bulsalar soğumuş bedenini. İki görevli gelse belediyeden. İki koldan, iki bacaktan kavrayıp götürseler. Yolda nasıl öldüğüne dair bir iddiaya girseler. Akıllarına zehirlenme gelmese. Kocası öldürmüştür, yok yok, kesin belalısı vardır deseler. Elini karnına götürdü. Keşke…

Saat 19.30. Yemekle birlikte, çay bardağına rakılar dolup boşalıyor. Keşke televizyonun karşısında sızıp kalsa diye düşünüyor Nurdan kocası için. Ne çok keşke var!. “Keşke demek kolay çünkü Nurdan Hanım. İnsanın eline fırsat geçmeyegörsün, sıralar durur isteklerini. Sanki lambadaki cini yeleğinin cebinde taşıyorsun. Günde üç vakit dile benden ne dilersen diyor, sen de uzanıp kanepeye bol keseden…” Kocası sızmadı. “Yatıyorum” dedi. “Sen de gel.” Gitti. Seviştiler. Hayır, adam sevişti. Nurdan o sırada kaybettiği çay tabağını düşünüyordu.

Ertesi gün. Zil çalıyor. Kapıyı açtı ve tanıdık gelen sesin sahibini dinledi. “Olur gelirim komşu.” Dünkü kadınlardan biriydi bu, hani şu konuşan gölgelerden. “Gün var komşu, altın günü. Bütün apartman geliyor. Sen de gel.” Banyoya girip uzun uzun yıkandı. En sıcak suyla. Kıpkırmızı olana kadar. Elbisesini ve yeleğini giydi. Altın küpelerini taktı. Üst kata çıktı. Kalabalık. Bir salon dolusu kadın ve çocuk. Kek ve limon kolonyası karışımı bir koku sinmiş salona. Çaylar geldi. “Aynı bardaklardan bende de var. Tabaklar? Tabaklar da aynı. Benimkinin biri kırıktı. O da kayıp şimdi. Bu takım bozulmamış. Pırıl pırıl. Keşke benimki de…”

Elindeki boş bardağa bakıyor, Çayını içti, ikincisini almak için mutfağa yöneldi. “Ayol olur mu sen misafirsin” Dinlemedi. Çayını doldurdu. Çay tabağını yeleğinin cebine koydu. Dolabı açtı yeni bir tabak aldı. Ama bu farklı bir tabak? “Olsun” dedi içinden, farketmezler. Salınarak salona girdi, koltuğa ilişti, çayından bir yudum aldı, elini karnına götürdü. “Korkma yavrum” dedi. “Bak, takım bozulmadı.