Siyasal İslamcı hareketin günümüzde örgütlü iktidar gücü durumundaki AKP, kurulduğu günden beri, “Yeni Abdülhamitçilik” diye ifade edebileceğimiz bir ideolojik-siyasal hat üzerinden ilerliyor. AKP iktidarının başından itibaren Sultan II. Abdülhamit, islamcı hareket için, tarihsel ve ideolojik bir referans alanı ve çıkış noktası olarak alınıyor. Bu anlayış, topluma yerleştirilmeye ve yeni bir kurucu mit, bir anlamda Mustafa Kemal’in karşısına konulacak yeni bir “kurucu ata” olarak tasarlanıyor.

Bu nedenle Abdülhamit tartışması, kimilerinin sandığı gibi suni bir gündem üzerinden gelişen her hangi bir atışma değildir. Geçmişe ilişkin fantastik bir tartışma hiç değildir. Bu kavga, günümüze ve geleceğimize ilişkin yakıcı bir çatışmadır. Bu bakımdan, sanılandan çok daha önemlidir. Çünkü Türkiye, bir anlamda tam da bu tartışmanın ima ettiği tarihsel bir kavşakta duruyor.

Geçen haftaki ilk yazımda da belirttiğim gibi, bugün toplumun önündeki ikilem şudur; ülke, ya Abdülhamit’in temsil ettiği yöne gidecek ya da Osmanlı-Türk aydınlanmasının bir devamı olan Cumhuriyet devriminin işaret ettiği yolda ilerleyecek. Birinci yol, islamo-faşist bir Ortaçağ karanlığına, ikinci yol ise sosyalizme kadar uzanan –o aşamaya taşımak bize, daha çok da tarihsel ve toplumsal koşullara bağlıdır- bir aydınlığa açılır. Ne yazık ki, toplum yüz yıl sonra yeniden böyle bir tarihsel terihcihle karşı karşıyadır.

Ortada Cumhuriyeti (ondan geriye ne kaldıysa) imha ederek yeni bir rejim kurma girişimi var. Bu siyasal hareket de tarihsel ve ideolojik referans noktası olarak 2. Abdulhamit’i alıyor. Durumun önemi de burada. Henüz bilgileri, görgüleri, müktesabatları, donanımları, insan kaynakları ve tarihsel birikimleri yetmediği için başarılı olamadılar. Ancak, iddialarından vaz geçmiş görünmedikleri gibi, bu hedef için her şeyi yapmaya da hazırlar.

Çünkü, bu tarihsel fırsatın bir daha ellerine geçmeyeceğinin farkındalar. En kötü olasılıkla, Cumhuriyetin başlangıç ve kurucu ilkeleriyle kendi islami rejim hedefleri arasında bir ortalama almaya çalışıyorlar. Bunu yapmadan ve kalıcı hale getirmeden gitmek niyetinde de değiller. Sonuç olarak, önümüzde kuruluş süreci tamamlanmayan rüküş bir siyasal ve kültürel düzen var.

Ancak, Abdülhamit, İslamcıların tarihte referans alabileceği, siyaseten ve ahlaken en kirli ve en sorunlu isimdir. Çünkü, sadece aydınlanma ve modernleşme yanlılarının değil, Ali Suavi ve Mehmet Akif Ersoy gibi Müslüman/İslamcı aydınların bile şiddetle karşı çıktığı, onlara da zulüm uygulayan bir zalimdir. Yeni rejimin referansı yapılmak istenen Abdülhamit, Mustafa Kemal’i bile tam 4 kez tutuklatıp aylarca zindanlara atan sultandır.

Abdülhamit, Osmanlı’nın meşruti monarşiyi kurarak çağı yakalama girişimlerini 33 yıl boyunca despotik bir rejimle (istibdat) engelleyen; bu toprakların modern anlamda ilk anayasasını askıya alan; Osmanlı-Türk aydınlanmasının öncülerinden Mithat Paşa’yı önce Taif’e (Arabistan) sürüp, sonra orada boğduran; Namık Kemal gibi binlerce yurtsever aydını sürgünlere gönderen, zindanlara atan, onbinlerce muhalife kan kusturan zorbadır.

Yıldız Sarayı’nda oturan despotun zulmü kendi halkınaydı. Değilse, Batılı sömürgeci ülkelerin ve onların İstanbul’daki büyükelçilerin elinde oyuncağa dönüşmüş durumdaydı. Öyle ki; Abdülhamit, Düyun-i Umumiye İdaresi’nin kurulması ile imparatorluğun ekonomisini ve maliyesini emperyalist devletlere teslim eden, ülkenin yarı sömürge haline gelmesine yol açan bir işbirlikçiydi. Abdülhamit döneminde, Osmanlı İmparatorluğu 1 milyon 592 bin kilometre kare (yani bugünkü Türkiye yüz ölçümünün iki katından fazla) toprak kaybededen ilk sultandı.

* * *

Peki, nasıl oluyor da böyle bir despot sultan, bu ölçüde ağır ve sorunlu bir tarihi bağaja sahip olduğu halde İslamcı hareketin hedeflediği yeni rejimin kurucu atası ve tarihsel referans kaynağı haline getirilmek isteniyor? Bunun birkaç nedeni var; birincisi ve en önemlisi, Abdülhamit’in tarihte halife unvanını etkin bir şetilde kullanan ve islam dinini siyasal bir araç haline getiren ilk sultan olmasıdır. İkincisi ise, Cumhuriyet öncesi yakın tarihte, ondan daha güçlü bir siyasal füğür (sultan) yoktur. Diğer sultanların tümü silik ve güçsüzdür.

Halifelik, Osmanlı’nın dağılma / çözülme döneminde Müslüman tebaayı elde tutabilmek için kullarılmaya başlanmış bir dinsel-siyasal ünvandır. Özetle; Abdülhamit, halife ünvanını açıkça kullanan ve islamı siyasallaştırarak bir yönetim enstürmanı haline getiren ilk padişahtır. Mesele budur. Örneğin, Yavuz Sultan Selim bile, halife ünvanını hiç kullanmamışır. (Yavuz halifeliği değil, halifeyi İstanbul’a getirmiştir.)

Diğer taraftan, AKP kurucu kadroları ağırlıklı olarak, islamcı-faşist bir ideolojiyi inşaa eden şair-yazar Necip Fazıl Kısakürek çizgisinden geliyor. İşte, Abdülhamit’I günceleyen ve onu bir kurucu ata olarak yeniden kurgulayan kişi de Necip Fazıl’dır.

Abdülhamit, sıraladığımız özellikleri ve “icraatları”nın yanı sıra, Osmanlı’da iki kez Meclis kapatan, tarihimizin ilk anayasasını kaldıran, 1909’da (31 Mart Vakası) seçilmiş Meclis-i Mebusan hükümetine karşı –ki o Meclis Misak-ı Milli’yi ilan edecek meclisti- Taksim Topçu Kışlası’nda üslenen alaylı subaylar ve Volkan gazetesi çevresinde toplanan şeriatçıların desteğiyle darbe yaptıran bir hükümdardır. Bu toprakların ilk darbecisidir. Diğer bir ifadeyle bu toprakların ilk darbecileri islamcılardır.

JÖNTÜRKLER 6 İTTİHATÇILAR VE 1908 DEVRİMİ

Modern çağda gerçekte bu ülkede tarihsel bakımdan ileriye doğru ilk büyük toplumsal ve siyasal atılım 1908’de gerçekleştirilmiştir. Kuşkusuz 1908 Hürriyet devrimi, sosyalistlerinin de tarihsel müktesabatlarının bir parçasıdır. Çünkü, İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği 22 Temmuz 1908 tarihi tam anlamıyla demokratik bir devrime işaret eder. Kemalist tarihçiler bu tarihsel atılımın önemini azaltmak için ‘devrim’ değil, ‘ikinci meşrutiyet’ kavramını kullanmayı özellikle tercih etmiş ve bu deyim yerleşmiştir.

Gerçekte 1908 Devrimi, bazı bakımlardan 1923’ten daha ileri sonuçlar yaratmış, Cumhuriyet devrimini hazırlamıştır. Osmanlının devrimci anlamda ilk modernleşme hamlesidir. Padişahlık (mutlakiyet) sınırlanarak sembolik düzeye çekilmiş (meşruti monarşi), gerçek anlamda ilk meclis kurulmuş, çok partili düzene geçilmiş, serbest seçimler yapılmıştır. Dolayısıyla 1908 Türk demokrasisinin kuruluş yılı, İttihat ve Terakki Fırkası ise bu demokrasinin kurucusudur. 1908 Temmuz devriminden sonra laik eğitim kurumları oluşturulmuş, bu toprakların tarihinde ilk kez 1 Mayıs resmen “işçi bayramı” olarak kabul edilmiş (Cumhuriyet döneminde 1 Mayıs bahar bayramı idi), sendikaların kurulması sağlanmış, işçilere grev hakkı tanınmış, kültürel çoğulculuk esas alınmıştır.

Dahası sömürgeci sistem (milli iktisat politikaları ve kapitülasyonların kaldırılması gibi yollarla) yıkılmaya çalışılmıştır. Lenin ve Troçki de 1908'i bir burjuva demokratik devrim olarak değerlendirmekte ve bir çok yazasında Jöntürkleri selamlamaktadır. Çünkü tablo çok nettir; 1908 Devrimi’nin sloganları “özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik” tir. Bu ilke ve sloganlar Fransız Devrimi ile hemen hemen aynıdır.

Yani, 1908 Devrimi iddia edildiği gibi bir “saray darbesi” değildi. İmparatorluk, bir baştan bir başa, bazı tarihçiler tarafından “vergi ayaklanmaları” diye de ifade edilen halk ayaklanmalarıyla sarsılıyordu. Bu ayaklanmaların öncüleri Jöntürkler, yani İttitah-Terakki hareketiydi.

Burjuva anlamda, devrimci demokratik bir hareket olarak niteleyebileceğimiz İttihat ve Tarakki kadrolarının iktidarı, 5 milyon kilometre karelik Osmanlı ülkesinde büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Örneğin, İmparatorluğu oluşturan her millet kendi kimlikleriyle Meclis'te temsil ediliyordu.

Darbeci olanlar, ittihatçılar değil, şeriatçı-liberal ittifakıydı. Derviş Vahdettin’in Volkan gazetesi etrafında toplanan İslamcılar ile ‘ademi merkeziyetçi’ (yani liberal) Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın işbirliği sonucu (günümüzdeki islamcı,liberal ittifakına ne kadar benziyor) 31 Mart 1909’da Osmanlı’nın başkentine el koyanlardır.

* * *

Bu ülkenin iyi ve namuslu insanlarının, devrimcilerin, sosyalistlerin direniş iradesini ve özgüvenini yıkmak için uzun süredir sistematik bir kampanya yürütülüdü. Bu amaçla tarih yeniden kurgulanmak istendi. İslamcı, gerici ve liberal tezlerle yeni bir paradigma (değerler dizisi) oluşturulmak için, bir dizi siyasal ve adli kumpas kuruldu.

Bu toprakların tarihinde iyi, güzel, ilerici ve devrimci hangi değer varsa ona saldırdılar. Örneğin; Kontrgerilla tartışmaları sırasında bile, bu örgütün tarihi İttihat ve Terakki Fırkası’na kadar götürüldü. Oysa, İttihat ve Terakki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bütün kusurlarına karşın bu topraklardaki modern anlamda ilk devrimci örgütlenmeydi.

Faucault, “bağlamı olmayan gerçeklik yoktur” der. Bu söz metodolojik değeri olan çok önemli bir yaklaşımı ifade eder. Çünkü, tarih bugünden geçmişe doğru yazılır, ama bugünün kavramlarıyla o geçmiş açıklanamaz. Bu nedenle, Cumhuriyet Devrimi bahsinde de Jöntürkler tartışmasında da saldırılan şey ne Kemalizm ne de ittihatçılıktır, düşman oldukları şey devrimcilik fikridir.