Yeni AKM aynasında eski bir öykü: ‘Avam’ desteğiyle ‘havas’ politikası..

Sanatseverlere “müjde” bu yılın haziran ayında, Tarabya Köşkü’ndeki bir iftar yemeğinde verildi: Yıllardır tartışma konusu olan “Taksim’deki o sağlıksız ve kesinlikle çirkin bina” yıkılacak, yerine “daha iyi ve daha güzel” bir opera binası yapılacaktı. Artık proje hazırdı ve infaz görevi de - akla Freud’u getirecek bir seçimle- bu “çirkin bina”nın mimarının oğluna verilmişti. Aradan beş ay geçti; Cumhurbaşkanı, bu kez 5 Kasım’da Haliç Kongre Merkezi’nde projeyi daha kalabalık bir davetli kitlesine anlattı.

Aslında kendi eseri sayılırdı. Konuşmasında belirttiği gibi, yanına Bakan’ını da alarak Mimar Murat Tabanlığıoğlu’nun çalışmalarına her aşamada katılmış ve “şu uygundur, şu uygun değildir” diyerek son noktayı koymuştu. Şimdi de sanatseverlere bu gelişmeleri anlatıyordu. Dahası, kültür anlayışını ve AKP yıllarına damgasını vuran kültür siyasetini bir kez daha sergiliyordu.

•••

Tarihi şehirlerin kültürel dokularını ilgilendiren her türlü girişim aslında büyük yankılar uyandırır. Eski yapıların –kuşkusuz değişik nedenlerle- sevenleri de vardır, sevmeyenleri de! Kimileri bunların yıkılmasını kişisel bir acı olarak yaşar, kimileri de hararetle alkışlar. Özgür insanların, özgür ülkelerin ‘olmazsa olmaz’ özelliğidir bu! Kırk beş yıl önce Paris’te eski bir gar olan Montparnasse Garı’nın yıkılıp yerine bir kulenin yapılması yıllarca süren tartışmalara yol açmıştı. Daha sonra Pompidou Kültür Merkezi’nin ve Louvre Piramidi’nin yapılması daha da canlı tartışmalara yol açtı. Bunlar uluslararası jürilerin seçtiği mimarlara yaptırılmıştı. Pompidou Merkezi’ni iki İtalyan ve bir İngiliz, Louvre Piramidi’ni de Çin asıllı bir Amerikalı tasarlamıştı. Benzer tartışmalar daha yakınlarda Londra’daki Tate Modern için de yapıldı. Onu da İsviçreli mimarlar gerçekleştirmiş ve hakkında -övgü yazılarının yanı sıra- “Yeni Tate Modern tarihi yok etmek istiyor?” başlıklı yazılar da yazılmıştı.
Ne yazık ki bizde işler farklı şekilde yürüyor.

•••

Kuşkusuz bizim mütevazi AKM’nin yukarıdaki örneklerle kıyaslanabilecek ne bir tarihi geçmişi, ne de estetik özellikleri bulunuyor. Yine de şu veya bu nedenle projeye karşı çıkanlar, Cumhurbaşkanı’nın sunuş konuşmasında yaptığı ağır hakaret ve suçlamaları hak ediyorlar mı? İşte sorun burada ve bizi Batı’nın burjuva demokrasilerinden ayıran özellik de bu! Ve bu nedenle Tayyip Bey’in aynı konuşmada Batı uygarlığını (Mehmet Akif’in izinde) “tek dişi kalmış canavar” olarak tanımlamasını da kimse yadırgamıyor.

•••

Cumhurbaşkanı’na göre “AKM’nin yeniden inşasına karşı çıkan zihniyetle, Türkiye’nin terör örgütleriyle mücadelesini engellemeye çalışan anlayış aynıdır”! Hatta bu anlayışta olanlara “Suriye ve Irak’taki operasyonlarımızı sabote etmeye çalışanları” da eklememiz gerekiyor. Bu zümre “dışardan da destek alan, adeta kurumsallaşmış bir lobi” oluşturuyor. Kısaca kökeni Cumhuriyet tarihinin derinliklerine kadar uzanan, köksüz, hain ve terör yardakçısı bir zümre! Bu sözde “seçkinler”e karşı ise, Beştepe, yurdun dört bir köşesine yayılmış neferleriyle “halkçı” bir savaş veriyor! Yeni AKM de bu savaşın bir ürünü oldu ve Erdoğan konuşmasında projenin “halkçı” niteliğini de uzun uzun anlattı: Yeni AKM, “belli bir elitin değil, tüm halkımızın ve milletin gelip bu programları izlediği” bir mekân olacak!

•••

Güzel de, hangi programları?
Eski AKM’de de halk ucuz biletlerle tiyatro eserleri seyretmiyor muydu? Klasik Türk Müziği konserleri dinlemiyor muydu? Ucuz öğrenci biletleri sayesinde, AKM’de, klasik Batı Müziği ile tanışmış öğrencilerin hesabı yapılmış mıdır? Oysa şu husus vurgulanıyor: Yeni AKM’de halka açılan alan genişlemektedir. Erdoğan kültür mekânlarına ek olarak restoran ve (“kafe” sözcüğünü sevmediği için) “kıraathane”lerden de söz etti. Bunlar da AKP’nin halka açtığı yeni alanlardı. Ne var ki bu arada da -eski veya yeni- AKM’nin en önemli etkinlik alanlarından birinin adı konuşmada hiç geçmedi: Bale. Sanki kuruluşun Kültür Bakanlığı’nın “Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü”ne bağlı olduğu tamamen unutulmuştu. Bu “unutkanlık”ın “analiz”ini yetkililere bırakıyor ve bu zoraki yazıyı asıl iletmeye çalıştığım bir iki gözlemle noktalamak istiyorum.

•••

Cumhurbaşkanı, AKM sunuş konuşmasında aslında yeni bir şey söylemedi. Şimdiye kadar yüzlerce kez duymuş olduğumuz ve 2019 seçimlerine kadar da yüzlerce kez duyacağımız şeyleri tekrarladı. “Seçkinler”i hedefe oturttu; kendi düşüncesine ve zevkine uygun olmayanları “terör”le, “ihanet”le suçladı. Ve bunları da popülist ve Osmanlıcı bir anlayış içinde yaptı. Ne var ki unuttuğu nokta şuydu: Başta sultan, Osmanlı yöneticileri Cumhuriyet yöneticilerinden çok daha katı ve “seçkinci” politika uyguluyorlardı. Halkı “avam” ve “havas” diye ikiye ayırıyor; saray, köşk ve konaklarda, halktan yüksek duvarlarla ayrılmış mekânlarda yaşıyorlardı.

Günümüzde AKP yönetimi ise bu politikanın en acımasız uygulayıcısı olan Abdülhamit’i yüceltirken, sadece söylemini değiştirdi. Bugün de en önemli politik kararlar “Saray”da alınıyor ve “avam”a da yine saraylarda (Beştepe, Dolmabahçe) ve köşklerde (Tarabya vb.) yapılan toplantılarda duyuruluyor. “Böyle olmaz!” diyenler de -eğer daha ağır uygulamalara hedef olmazlarsa- çeşitli hakaretlere uğruyorlar.

Aslında Osmanlı ricali daha tutarlıydı. “Havas”a dayanarak “havas politikası” uyguluyordu; “avam”a şirin görünmek diye bir derdi yoktu. Oysa artık çağ değişti; kapitalizm, büyük sermaye ve “demokrasi” devrinde yaşıyoruz. AKP de çağını iyi okudu ve farklı güçlere farklı şekillerde şirin görünmesi gerektiğini anladı. Artık “avam”a dayanarak “havas politikaları” çağındayız. Beştepe ve “müntesip”leri de yıllardır bunu uyguluyorlar.