Filmde fazla patlama ve savaş var, zamanın ruhuna uygun olarak... Hayranları bu yeni filme de bayılacak. Benim gibilerse yine sıkılacak. Din gibi bir şey Star Wars hayranlığı. Ya müminsin ya da kafir

Yeni ayet indi!

STAR WARS "GÜÇ UYANIYOR"

Bir Star Wars fanatiği değilim, hiç olmadım. Hatta Star Wars benim için sinemada kötüye gidişe işarettir: Sinemanın daha çocuklara yönelik, daha ürün odaklı, daha patlamış mısır tükettiren bir şeye dönüşmesinin ve toplumsal sorumluluklar üstlenen 70'ler sinemasının sonunun habercisidir. Zamanında Time dergisi alınırdı eve. Dergi, Star Wars'u kapak yapmış, sayfalarını filme ayırmış ve o zamanlar daha yeni duyduğum bir kavramla tanıştırmıştı beni: "Special effects" yani özel efektler. Sanki bir filmin değeri ne kadar çok özel efekt kullanıyorsa o kadar artıyordu. Bunu da anlamamıştım. Artık special effects yerine CGI ("computer generated image" yani bilgisayarda üretilmiş imge") kullanılıyor ve doğrusu çok da matah bir şey olarak anılmıyor. Hatta son Mad Max filmi ya da Michel Gondry'nin filmleri CGI kullanmadıkları için daha değerli sayılıyor. Makine işiyle el işi farkı gibi; artık el işi bilgisayar işinden daha değerli görülüyor.

Star Wars'un yaratıcısı George Lucas elbette boş adam değildi. Joseph Campbell'in "Kahramanın Sonsuz Yolculuğu" kitabını hatmetmişti. Efsanelerin ortak özelliklerini biliyordu. Western'den beri Amerikan folklorunda yer edinmiş bir anlatı tarzı olmadığını düşünüyordu ve Amerikan değerlerini yüceltecek yeni bir folkor yaratmaya hevesliydi. Neydi bu değerler? Cumhuriyetçilik, başkanlık sitemi ve parlamentarizm ve tabii ki üstün savaşma kabiliyeti. Gerçi Bülent Somay, Altyazı'daki yazısında ilk Star Wars üçlemesinin Batı'dan çok Doğu felsefesine yakın olduğunu söylüyor ama sözünü ettiğim öğeler de çok ortadalar.

Tabii ki en önemli efsanelerden biri de Kral Ödipus efsanesidir. Luke Skywalker ile Darth Wader arasındaki baba-oğul çatışması resmi tamamlamıştı.

Kısacası ne yaptığını bilen ve yetenekli bir yönetmen, gerçekten de modern Amerika’nın folklorunu yaratmıştı. Hedef Amerika'ydı ama Amerika kazanılınca dünya da haliyle kazanılıyordu.



Yeni filmde yeni şeyler var. Kimlik politikaları çağında, elbette cinsiyet ve ırk da filmde yerini alacaktı. Yeni kahraman genç bir kadın mesela. Onun aşığı bir Siyah. Bir çimdik Mad Max tarzında kıyamet sonrası resmi, bir tutam Apocalypse Now görüntüsü ile "kıyamet" çağrışımları da eksik değil. Ne de olsa kıyametin eşiğinde bir dünyada yaşıyoruz.

Ödipal karmaşa da filmde yerini alıyor. Bu kez olayın tarafları Han Solo ve oğlu Kylo Ren (Adam Driver). Harrison Ford filme insanlık katıyor, her göründüğünde. Genç kadın kahraman Rey'de Daisy Ridley çok çok kötü fakat. Bu kadar ifade yoksunu bir oyuncu zor bulunur.

Onun dışında daha fazla patlama ve savaş var filmde, zamanın ruhuna uygun olarak... Hayranları bu yeni filme de bayılacak. Benim gibilerse yine sıkılacak. Din gibi bir şey Star Wars hayranlığı. Ya müminsin ya da kafir. Ben SW dinine göre de kafirim.

***

LOLO: HAYIRSIZ EVLAT

yeni-ayet-indi-97543-1.

Julie Delpy'nin yönetip, oynadığı son filme adını, hayırsız evlat Lolo (Vincent Lacoste) veriyor. Delpy yönettiği filmlerle Woody Allen'a benzetilmeye başladı. "Lolo"da canlandırdığı hastalık hastası Violette karakterinde de yine Allen çağrışımları var. Filmin ilk yarısı çok eğlenceli başlıyor.

İki orta yaşlı kadın, Violette ve Arianne (Karin Viard) Biarritz'de tatil yapıyorlar. İki sap erkek tatilde ne düşünürse, iki sap kadın da aynı şeyleri düşünüyor: Kimi yatağa atsak?! Violette "örümcek ağı kaplamış bacasını", angut ama sevimli bulduğu Jean René'ye temizletmeye karar veriyor. Ve fakat bir gecelik ilişki diye başlattığı şey, kalıcı bir ilişki halini alıyor. Violette ve Jean René ilişkilerini Paris'te de sürdürüyorlar. Taşradan kente inen Jean René'yle modacı Violette'in ilişkisi her şeye rağmen fena gitmiyor... ta ki Violette'in 19 yaşındaki ressam oğlu Lolo ipleri eline alıncaya kadar! Lolo, annesini tamamen kendisine isteyen, kadının erkeklerle bütün ilişkilerini baltalayan sevimsiz bir delikanlı. İlk başlarda yaptıkları komik gelse de giderek iticilik dozu artıyor ve filmin ruhu da böylece değişiyor. Bir an önce Lolo'nun asıl kimliği açığa çıksa da zavallı Jean René huzura kavuşsa diye beklemeye başlıyoruz. Violette'in de oğlunun ruhsal karmaşasından bu denli habersiz olmasına kızıyoruz.

Neyse ki, Violette'in öptüğü kurbağa nihayet "prens"e (finansçı) dönüşüyor ve biz de kerevetine çıkıyoruz. Film ilk yarısındaki tonu sürdürebilse ve abartıya kaçmasa, çok başarılı. Bu haliyle de seyretmeye değer.