16 Nisan şaibeli referandumu öncesi yapılan tartışmaların özü neydi hatırlıyorsunuzdur. Muhalefet nihayet Türkiye’de bir rejim değişikliği istendiğini söylemeye başlayarak referandumda bunu oylayacağımızı topluma anlatmaya çalışırken, iktidar alışık olduğumuz kelime oyunlarına başvurarak “Bu bir rejim değişikliği değil, sistem değişikliğidir” diyordu. Oysa adına ister “parlamenter rejim”, ister “parlamenter sistem” densin, amaç 16 Nisan’da sandıktan “evet” çıkartarak parlamenter rejimi/sistemi değiştirmek ve yerine kuvvetler birliğine dayalı, parlamentosuz, anayasasız bir tek adam rejimini koymaktı.

Bu köşeyi takip edenler bilir, biz burada hep rejim değişikliğinin basitçe anayasa değişikliğine indirgenemeyeceğini, meselenin basitçe parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş olmadığını anlatmaya çalıştık. Dedik ki “Anayasa değiştiği için rejim değişmiyor, rejim değiştiği için anayasa değiştiriliyor.” Erdoğan bunu yıllar önce “Parlamenter sistemi bekleme odasına aldık” diye açıkça belirtmiş, Bahçeli de “Fiili duruma uygun bir hukuk yaratmak” adı altında desteklemişti. Yani iktidar partisi en başından beri rejim değişikliği hedefiyle hareket etmiş, bütün adımlarını kafasındaki rejim tahayyülüne göre atmış, fırsatını bulduğu anda da bu hayali hukuki statüye kavuşturmak için ülkeyi referanduma götürmüştü.

Ancak eski rejimin yıkılması ve yerine yenisinin inşası sürecinde iktidar partisi böyle bir inşa sürecinin varlığını mütemadiyen reddetti, 1923’le, Cumhuriyet’le, Mustafa Kemal’le, Türkiye’nin modernleşme süreciyle, aydınlanmayla ve laiklikle yürüttüğü kavgayı hiçbir zaman kabul etmedi. Hesaplaşılanın “vesayet rejimi” olduğunu iddia etti, “bürokratik oligarşinin tasfiyesi”nden söz etti, “iktidarın elitlerin elinden alınarak millete verildiği”ni söyledi, ama hiçbir zaman ne Cumhuriyeti ne de Mustafa Kemal’i doğrudan karşısına almadı.

Almadı, çünkü alamazdı, çünkü “devletin fethi” görece daha kolay gerçekleşmiş olsa da, “toplumun fethi”nin öyle kolay olmadığı Cumhuriyet Mitingleri’nden Gezi Direnişi’ne uzanan süreklilikte görülmüştü. Cumhuriyet değerlerini içselleştirmiş, yüzü modernleşmeye dönük, siyasal bilincini Mustafa Kemal sevgisinin belirlediği çok geniş bir toplam, kimi zaman aktif kimi zaman ise pasif bir direniş sergiliyor ve ülkenin kendisine biçilen çuvala sığmayacağı, toplumun dincilik adlı deli gömleğini giymeyeceği görülebiliyordu.

Velhasıl, en tepesindeki de dâhil, bu rejimi inşa edenler, kimi zaman “yeni Türkiye”den, kimi zaman “İkinci Kurtuluş Savaşı”ndan bahsetseler de, kimse çıkıp sürecin adını koyamadı, doğrudan “Biz bu ülkede rejimi değiştirdik, 1923 Cumhuriyeti’ni yıktık, devleti ele geçirdik ve dinsel-otoriter-tek adama dayalı bir parti-devletine dönüştürdük” diyemedi.

İşte tam da bu nedenle, “İster beğenin ister beğenmeyin, biz yeni bir devlet kuruyoruz” çıkışının sahibi zata bir teşekkür borçlu olduğumuzu, “dürüstlüğüne” şapka çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum. Çıktı ve dürüstçe gidişatı tarif etti, sürecin adını koydu, Anıtkabir’de dua okunduğunu görünce içi bir hoş olanları, iktidarın Kemalizm’e teslim olduğunu iddia edenleri, siyaset normal çizgisinde ilerliyormuş gibi muhalefet etmekte ısrar edenleri paralize etti, dumura uğrattı.

Bununla kalsa iyi, açıklama, uşak ruhluları da hemen savunmaya geçirdi, Atatürk heykeline saldıran mürteciye yapılanın aynısı bu zata da yapıldı. Gidişatın üzerini örtmek isteyen, süreci normalleştirmeye ve meşrulaştırmaya çalışan, asıl failleri gizleyen kalem erbabı hemen devreye girerek, bu açıklamanın münferit, açıklamayı yapanın ise marjinal bir tip olduğunu anlatmak için kendini paraladı. İktidar yetkilileri de benzer bir şekilde, bir yandan zamansız öten bu horoza kızarlarken, öte yandan “Ne yeni devleti, bizim devletimiz vallahi de billahi de Türkiye Cumhuriyeti’dir” tarzı açıklamalar yapmaya mecbur kaldılar. Oysa o esnada okullar dinci vakıflara teslim ediliyor, müftülerin nikâh kıyma yetkisinin orada kalmayarak imamlara devredileceği anlaşılıyor, paralel bir hukuk yaratılarak şeriatın fiili olarak yürürlüğe girmesi için yeni adımlar atılıyor, yani yeni rejim, yeni devlet ve yeni bir toplum inşası olanca hızıyla sürüyordu, yani değişen hiçbir şey yoktu, yola devam ediliyordu.

O halde bir kez daha kimi hatırlatmalar yapmak ve durumu netleştirmek gerekiyor. Birincisi, yapılan açıklama doğrudur, Türkiye’de yeni bir rejim, yeni bir devlet inşa edilmek istenmektedir ve bunda hayli yol alınmıştır, buna duygusal tepkilerle “Yok öyle bir şey” demek en iyi ihtimalle naifliktir. İkincisi, rejimi inşa edenlerin bunu özenle gizleme taktikleri zaman zaman sekteye uğramaktadır, bu açıklama tam da buna yaramış, rejim inşasının ifşasında hayli etkili olmuştur, bu ifşa derinleştirilmeli ve devam etmelidir. Üç, siyasal mücadele somut durumun somut tahlili üzerine kurulacaksa, somut durum karşımızda neo-liberal-dinsel-otoriter bir rejim bulunduğudur ve mücadelenin söylemini de eylemini de belirleyecek olan budur, rejimin bu üç niteliğini aynı anda denkleme dâhil etmeyip verilecek herhangi bir mücadelenin başarılı olma şansı bulunmamaktadır.