Yeni düzen ve aydın sorumluluğu

MEHMET YEŞİLTEPE / mytepe1960@gmail.com

Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak için bir günlüğüne nöbetçi genel yayın yönetmenliği yapan Şebnem Korur Fincancı, Ahmet Nesin ve Erol Önderoğlu’nun tutuklanması, bir kez daha aydının kim olduğu, işlev ve sorumluluklarının ne olduğu tartışmasını öne çıkarmış, bu alanda bir güncelleme yapma ihtiyacını doğurmuştur.

Aydın tartışmaları, aydının kimliği kadar eskidir. Aydının işlev ve sorumluluklarının donmuş değil yaşayan bir olgu olması, bu alandaki tartışmaları da yaşayan bir olgu hâline getiriyor. Bir dönem aydın olanın bir başka dönem, değişen duruşuna bağlı olarak bu niteliği yitirebilmesi, kimliğin gereklerini de canlı-dinamik kılıyor.

1980 öncesinde aydın olarak bilinen bir kişinin 12 Eylül karşısındaki tutumuna bağlı olarak o sıfatı yitirmesi gibi AKP döneminde de demokrasiden, ilericilikten, darbe karşıtlığından iktidarın politikalarına iliştirilmeyi anlayanlar (daha önce en olumlu tanımları hak etmiş olsalar dahi) karanlığın safında yer alarak o niteliklerini yitirmişlerdir.

Kenan Evren, cuntaya karşı duran aydınlara (Aydınlar Dilekçesi sebebiyle) tepkisini, “Vatan hainliği yapan bazı aydınlarımız var. Vahdettin de aydındı, ne yapayım ben böyle aydını?” biçiminde ifade etmişti. Vahdettin gerçekten aydın mıydı? Aydın olmanın ölçütü nedir? Arapça ifadesiyle söylersek münevver olmak için “okumuş olmak” yetiyor mu? Bugün yoğunlukla, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunuyorsa, bu iklim neyin habercisidir? Bu karartıcı gidişatta aydın olmak zorlaşıyorsa, söz konusu zorluk tanıma da yansımıyor mu?

Evet, bugün dünya ölçeğindeki gelişmeler, çeşitlenen ve yoğunlaşan saldırıların sistemsel niteliğini olduğu kadar, karşı duruşun nasıl olması gerektiğini de güncellemeyi gerektiriyor. Uluslararası tekeller artık kapitalizmin ilk evresinde olduğu gibi salt artı değer sömürüsü ile yetinmemekte, yaratıcı bir saldırganlık eşliğinde doğanın tüm zenginliklerini, insanın tüm imkan ve yeteneklerini sömürmek üzere gündemlerine almakta, rant ve talanı öne çıkarmaktadır. Bu, aynı zamanda metalaştırmanın kapsamının genişlemesi, kültürel alanın da kâr ve saldırı alanı olarak tekellerin gündemine girmesi demektir.

Ehlileştirme+Asimilasyon = Dejenerasyon

Küresel çapta etkisini artıran emperyalist kültürün en etkili araçlarından biri de insanlarda direngenliğin yerine biatı geliştirerek ehlileştirme ve niteliklerini yitirterek asimile etmedir. Bu amaca ulaşmada, baskı ve zorun da faşizmin “F”si ile özdeşleşmiş tutsaklık tehdidinin de değişen müfredatın ve yaygınlaştırılan dinselleştirmenin de rolü vardır. Sınıfsal çelişme kamufle edilebildiği ve eşitsizlik karşısında kör bir eşitlik algısı yaratılabildiği oranda sistem güvenceye alınmış olacağı için, sınıf kardeşliğinin yerine tarikat kardeşliğinin veya etnik-mezhepsel aidiyetlerin öne çıkarılmasına, düzenin devamı açısından özel bir önem verilir. Böylece “sınıfsal aynılaştırma” tarikatta da pazarda da zulmün çekici altında da gerçekleşir. Bu bağlam içinde, F’ye karşı direnişle dinselleştirmeye karşı direnişin ve kültür dahil topyekun metalaştırmaya karşı itirazın ortak noktası vardır; bunun aydının niteliğindeki karşılığı, değerlerde ısrar ve tutarlılıktır.

Marx, kapitalizmde metanın amuda kalktığını söyler, Lenin de sermayenin iktidarında her şeyin alınıp satıldığına dikkat çeker. Bu metalaşma ikliminde kültür endüstrisi oluşur. Metalaşan kültürün alınıp satıldığı pazar yerinde insanlar ölçeksizce buluşturulur. Bu koşullarda aydın ya amuda kalkan meta gibi baş aşağı durup niteliği yitirir ya da demiri tersine bükenlerin safında yer alır. En genel anlamıyla söylersek, ilerici olmak, toplumu insanlığın değerleri açısından ileriye taşımak, bir aydının olmazsa olmaz niteliğidir.

Bugün sistemin algıyı yönlendirme ve zihinleri tutsak alarak insanları mevcut işleyişin bir parçası haline getirme amacında en etkili araçlardan biri popüler kültürdür. Bu, aynı zamanda kitle kültürünün pazar için üretilen biçimidir; kapitalizmin her sınıftan insanı aynı pazarda ortaklaştırmak üzere, tüm sınıfsal farkların üstünde oluşturduğu bir kültür, bir yaşam biçimidir. Ölçeksizlik ve değersizlik üzerine oturan bu kültür, tüketildiği kadar vardır. Ve tarihsel olarak Frankfurt Okulu’nun, özellikle Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’nun yaklaşımını ifade eden temel kavramlardan birisi olan kültür endüstrisi kavramıyla doğrudan ilintilidir.

Aydın, sistem karşıtıdır; iktidara payanda olmaz
yeni-duzen-ve-aydin-sorumlulugu-155835-1.

2010 referandumunda “yetmez ama evet” biçiminde ortaya çıkan iktidara payanda olma tavrı, aydına dair tartışmaları da saflaşmayı da hızlandırdı. “Yetmez ama evet” aydınlar için bir sınav olduğu kadar “nasıl yapmamalı”yı da ifade eden bir süreçtir. Bu türden süreçlerde aydınların, iktidarın üstü örtük gerçekliğini deşifre etmek (açığa çıkarmak) gibi bir işlevi/sorumluluğu vardır. Örneğin o süreçte AKP, darbe karşıtlığını istismar ederek, halkın önemli bir kesimini hatta sol söylemli bazı kişi ve çevreleri yedeklemiş, bu yedek gücü kendi darbeciliğini “ileri demokrasi” söylemiyle kamufle etmekte kullanmıştı. Halbuki aydın, iktidarın payandası değil, onun karşısında duran bir baskı gücü, halkı aydınlatan bir yol gösterici olabilmelidir.

Algının yönlendirilmesinin bir sektöre dönüştürüldüğü günümüz koşullarında ufuk açıcı, yol gösterici role ihtiyaç giderek artmaktadır. Bunu yapabilmek için aydınların konjonktürel değil sürekli bir tutarlılık çizgisi izlemesi gerekir. Bu, aynı zamanda kalemini, enstrümanını, bilgisini ve yeteneğini, notasını ve dizesini iktidarın yani örgütlü kötülüğün hizmetine sunmayacak, halkını ve değerlerini satmayacak aydınlara ne denli ihtiyaç olduğunun göstergesidir.

Ortalamacı değil devrimci aydın

Aydın, ortalamacı, günü kurtaran bir duruşla yetinemez; çünkü böyle bir duruş, kimliğinin gereklerini yerine getirmeye yetmez. Eğer emperyalizm ve onun izdüşümü faşizm, hayatın kılcallarına dek etkili oluyorsa, aydın kimliği; antiemperyalist, antifaşist yani devrimci olmayı gerektirir. Bu, bir tercih değil bir zorunluluktur. İktidarın karanlığı örgütlediği yerde aydına düşen görev fener olmaktır. Gericiliğin, sembolleriyle beraber anaokullarına kadar indirildiği koşullarda aydının, metafiziğin karşısında bilimsel bakış açısını çıkarmak gibi bir sorumluluğu vardır.

Eğer Özgür Gündem gazetesine destek veren üç aydının tutuklanmasını darlaştırıp kişiselleştirmeyecek veya kriminalize edici yönlendirmelerin etkisinde kalmayacaksak; bunun bir tesadüf olmadığını, iktidarın önümüzdeki sürece dair hesaplarının/politikalarının habercisi olduğunu bilmek ve ona göre konum almak durumundayız.

Bir süre önce aynı zamana denk getirilen Can Dündar’ın tutuklanması ile Tahir Elçi’nin vurulması nasıl yeni bir sürecin/düzenin ipuçları idiyse, bugün bu tutuklamalar da çıkarılan baskı ve kölelik yasaları da sokakta kendini giderek daha fazla hissettiren “güvenlik” terörü de aynı sürecin bir başka bağlamdaki işaret fişeğidir.

Sur’u-Cizre’yi yakarak ve yıkarak özelleştiren, oy potansiyeli dahil tüm direnç imkanlarını dağıtıp zayıf düşürmeyi amaçlayan iktidar, bugün aynı uygulamayı tüm ülkeye yayma ve Gezi potansiyeline son darbeyi vurma amacındadır. Bu saldırı ve ablukada tutuklamalar da TOMA’lı-kurşunlu saldırılar da bir enstrüman olarak kullanılacak, muhtemelen de başarılabilirse, Topçu Kışlası bu iktidar zaferinin nişanesi olacaktır.

Sonuç yerine söylersek, bu saldırı hepimizedir; birleşik mücadele zemininde akıllarımızı da yeteneklerimizi de enstrüman ve imkanlarımızı da birleştirmeye ihtiyaç vardır. Tam da bu nedenle ve kimliğinin gereği olarak aydın, tarafsız olmaz, günü kurtarmakla yani azla yetinmez, zulme gerekçe aramaz; aksine, toplumu aydınlatarak uyandırma rolünü üstlenir ve değerlerin eğilip bükülüp içinin boşaltılması veya hibrit hale getirilmesi karşısındaki direncin güvencesi olur.