Yeni dönemde daha politize ancak yine emeği ve demokratik katılım mekanizmalarını kısıtlayan, tek adamcı, sermaye yanlısı otoriter neoliberal bir ekonomi yönetimi bizleri bekliyor

‘Yeni’ ekonomi yönetimi: Devlet, sermaye ve emek

Mehmet Erman Erol - Dr., Siyaset Bilimi, Siyasal İktisat

Marksist siyaset sosyolojisi ve devlet kuramının bir dönemki önemli isimlerinden Claus Offe, bir çalışmasında ‘kapitalist devletin varlığı, onun ‘fıtratının’ bir kapitalist devlet olduğunun (devlet yöneticileri tarafından) sistematik olarak reddedilmesini gerektirir’ diye yazmıştı1. Offe’nin makalesinin yazıldığı 1975 yılındaki koşullar düşünüldüğünde, bu düşüncenin sınıfsal anlamda o dönemki emek-sermaye güç dengesinin etkisini yansıttığı söylenebilir. Bilindiği gibi, neoliberal dönemde emek sermaye güç dengesi, sermaye lehine – çoğu zaman ‘zor’a dayanarak— tanzim edilmiş, ‘neoliberal devlet’ de kendisinin hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettiği konusunda daha az baskı altında hissetmiş; daha açık bir şekilde emeğe saldırmıştır. Ancak yine de, liberal demokrasilerde, yeniden seçilebilmek ve özellikle kriz dönemlerindeki meşruiyet sorunlarını karşılamak için, devletlerin sınıfsal anlamda, en azından görünürde tarafsız bir rol oynamaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişiminin sonrasında ilan edilen OHAL döneminde artan bir biçimde devletin ve AKP hükümetinin sınıfsal anlamda hiçbir gizlemeye gerek görmeksizin açıkça sermaye lehine düzenlemelerde bulunması ve söylem düzeyinde de işçi sınıfı aleyhine bir dil tutturması (bkz. OHAL’i grevleri engellemek için kullanıyoruz) kapitalist istisnai devlet biçiminin şüphesiz ki bir yansıması.

Bunun son örneğini, 24 Haziran seçimleri sonrasında ilan edilen ve ‘sermaye kabinesi’ diyebileceğimiz Bakanlar Kurulu ve devleti yeniden yapılandıran düzenlemeler oluşturuyor. Yeni dönemde ekonomi ile ilgili bakanlıklara baktığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın yeni oluşturulan Hazine ve Maliye Bakanlığı’na, iş kadını Ruhsar Pekcan’ın Ticaret Bakanlığı’na, Erdoğan’ın başdanışmanlarından Mustafa Varank’ın Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na getirildiğini görüyoruz. Bunun dışında, kabinenin diğer üyelerine baktığımızda da, özellikle MEB, Tarım ve Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı gibi bakanlıklara doğrudan sermayedarların ve iş adamlarının getirildiğini gözlemliyoruz. Bu apaçık bir sınıfsal tercih ve yeni dönemde emeğe, emek gücünün yeniden üretimine yönelik yeni saldırıların olacağını ve kentsel ve doğal alanların artan oranda metalaştırılacağına işaret ediyor.

Böyle bir görüntüye rağmen, yeni kabinenin, özellikle Mehmet Şimşek’in veya Naci Ağbal’ın ekonomiyle ilgili herhangi bir görev üstlenmemesinin uluslararası mali sermayeyi hayalkırıklığına uğrattığını ve Berat Albayrak tercihinden derin bir endişe duyulduğunu belirtmek gerek. Kabine açıklandıktan sonra özellikle Albayrak üzerinden uluslararası basında çıkan analiz ve yorumlar bunu yansıtmakta. Bunun ötesinde, henüz geçen yıl %7’nin üzerinde büyümüş bir ekonomiye yönelik mali sermayenin temsilcilerinin yorumları Türkiye’nin ağır bir krize doğru sürüklendiğine işaret ediyor.

Bloomberg’e göre “Erdoğan’ın yeni hanedanlığı Türkiye’yi yatırım yapılamaz (uninvestable) hale getiriyor” (10 Temmuz 2018). Financial Times baş yazısına göre “Erdoğan iktisadi ortodoksiye meydan okuyor” ancak “Bu politikalar Türkiye’yi bir ödemeler dengesi krizine sürükleyip ülkenin IMF’ye başvurmasına sebep olabilir.” New York Times’a göre “Türkiye ekonomisi o kadar ısındı ki, bu bir erimeyle/çöküşle (economic meltdown) sonuçlanabilir” (10 Temmuz 2018). Washington Post’a göre “Türkiye ekonomisi büyük bir çöküşe doğru yola alıyor gibi görünüyor” (13 Temmuz 2018). İngiltere merkezli önemli emperyal think-tank’lerden Chatham House analizine göre “Türkiye ağır bir ekonomik krize doğru yol alıyor” (12 Temmuz).

Bu endişelerin altında yatan sebepler hem iktisadi göstergelerin kötüye gidişi (büyüme hızında beklenen düşüş, yüksek enflasyon, artan bütçe açığı ve cari açık, işsizlik) – ki bunları işaret ederek kredi derecelendirme kuruluşu Fitch bu hafta Türkiye’nin notunu düşürdü— hem de ekonominin dümeninde Albayrak’ın (dolayısıyla Erdoğan’ın) hâkim konumda olup ‘ortodoks olmayan’ (örn. ‘faiz sebep enflasyon netice’) politikaları dillendirmeye devam etmesinin getirdiği riskler bulunuyor. Bunlar içerisinde, mali sermayenin önemli ‘kırmızı çizgileri’nden merkez bankası bağımsızlığı ile ilgili endişeler ve yeni düzenlemelerle bu bağımsızlığın daha da muğlak hale gelmesi önemli risk faktörlerinden olarak görülüyor.2 Albayrak’ın piyasayı teskin etmeye çalışan ‘ortodoks’ tınıları güven krizini henüz aşamadı. Bu bağlamda 24 Temmuz’daki Merkez Bankası Para Politikası Kurulu toplantısı mali sermaye açısından yeni ekonomi yönetiminin ilk testi olacak. AKP döneminde bu tür sıkışma ve çelişkilerin genellikle ‘paranın egemenliği’ ile sonuçlandığını görebiliyoruz.
Öte yandan yeni dönem, yukarıda çerçevesi çizilen şekilde, özellikle muhalif örgütlü emeğin üzerindeki disiplin ve denetimin daha da artacağına dair emarelerle başladı. Devlet Denetleme Kurulu’na sendikaları denetleme konusunda daha geniş yetkiler veren düzenleme 5 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile hayata geçirildi ve muhalif sendikalar üzerinde ‘demokles’in kılıcı’ olarak işlev görecek. OHAL’deki grev yasaklarının OHAL sonrası dönemde de devam etmeyeceğine dair herhangi bir emare yok. Kriz dinamikleri karşısında örgütlü emeğin sesinin daha da kısılması sermaye açısından kuşkusuz işlevsel olacaktır.

Türkiye’de neoliberal dönemde politika yapımı süreçleri sistematik olarak emeğin dışlanmasını ve demokratik katılım mekanizmalarının daraltılmasını dayattı. 1980’lerde önce 12 Eylül darbesi ile başlayan bu süreç, ANAP döneminde devam etti. Kaotik ve kriz içindeki 90’lı yıllarda yaşanan ‘yönetememe’ ve ‘politizasyon’ sorununa 2001 krizi sonrasında IMF ve Derviş programı cevap verdi. Bu program politika yapımı süreçlerini siyasetten arındırmaya girişip (Merkez Bankası bağımsızlığı, üst kurullar vs.) teknokratik-otoriter-kural temelli (depolitize, başka bir deyişle siyaseten demokratik müdahalelere kapalı) bir yapı oluşturdu. Yeni dönemde daha politize ancak yine emeği ve demokratik katılım mekanizmalarını kısıtlayan, tek adamcı, sermaye yanlısı otoriter neoliberal bir ekonomi yönetimi bizleri bekliyor. Örgütlü, güçlü bir emek hareketi ve sol bir siyaset inşa edilemediği takdirde ise bu yönetimin iktisadi sonuçlarının emekçilere fatura edileceği su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

1 Claus Offe (1975), ‘The theory of the capitalist state and the problem of policy formation’, Stress and Contradiction in Modern Capitalism: Public Policy and the Theory of the State içinde.

2 Bu düzenlemenin getirdiği muğlaklıkla ilgili Ümit Akçay’ın şu yazısına bakılabilir: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/17/tcmb-duzenlemesindeki-muglaklik/