Döviz kurlarındaki tehlikeli tırmanış devam ediyor. Her hafta yeni bir rekorun gözlemlendiği dolar kurundaki oynaklık üreticiden tüketiciye, ekonomik yapı nedeniyle dolara duyarlı hale getirilmiş tüm kesimleri doğrudan etkiliyor. Ekonominin yönü, maalesef ki artık dolar/TL kuru üzerinden izlenebilmekte. Nitekim Türkiye ekonomisindeki risklerin TL’nin dolar karşısında eridiği bugünlerde daha da belirginleştiğini, ekonominin nasıl ki bir dinamit üzerinde oturduğunun daha hissedilir hale geldiği günlerden geçiyoruz.

Geçen hafta dolar, TL karşısında 3,40’lara değen bir fiyatlama yaşarken, yeni ABD başkanı Trump, Fed’in Aralık faiz ihtimallerinin güçlenmesi derken gelişmekte olan ülkelerin tümünde değer kazandı. Yapılan hesaplamalara göre Kasım başından itibaren dolar karşısında en fazla değer kaybeden para birimi TL oldu. İkinci sıradaki Meksika Pezosu yüzde 9,7 değer kaybederken, G. Afrika Randı yüzde 8,44 değer kaybetti. Türk Lirası ise yüzde 10.16 değer kaybıyla ilk sırada yer aldı. Türkiye’nin kendi ligindeki diğer ülkelere göre para biriminde daha fazla değer kaybetmesi, bu etkinin sadece küresel iklimden kaynaklanmadığını gösteriyor. Ekonomi yönetiminin üzerine basa basa tüm dünyadaki genel seyrin bir parçası olarak tanımladıkları bu etki, aksine Türkiye’ye özgü koşulları ortaya koyuyor. Bir diğer ifadeyle Türkiye, küresel konjonktürde negatif bir ayrışma yaşıyor. Siyasi ve ekonomik yapı gün geçtikçe Türkiye’yi ekonomik anlamda da daha zayıf ve kırılgan hale getiriyor, bu durumun en direkt yansımasını TL’deki gidişat üzerinden izleyebiliyoruz.

Tarihsel olarak bakıldığında 2002 sonrası gözlenen bir durum aslında bu. Bugün sadece ülke içindeki siyasi ve ekonomik yönetime bağlı olarak daha da olumsuzlaşmış halini izliyoruz. Oysa uzun bir zamandır Türkiye bu negatif ayrışmasında adım adım gelişmekte olan ve elbette ki gelişmiş ülkelerle arasındaki mesafeyi açıyor. Örneğin 2008 krizi sonrasında ABD’nin başını çektiği parasal genişleme politikaları ile birlikte küresel piyasalara bol miktarda likit salıverildiği döneme bakalım. Aşağıdaki iki grafikte gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin faiz indirimleri yer alıyor. Parasal genişlemeyle birlikte kapitalizmin merkezlerinde neredeyse sıfır düzeyine inen faizlerle birlikte çevre ülkeler de faizlerini- merkezin üzerinde tutmak şartıyla- indirerek bir yandan faiz farklarından kaynaklı bollaşan fon akımlarından pay alarak ihya oldular, bir yandan da faizleri görece daha aşağıya çekerek tüketim harcamalarını pompalama şansı yakaladılar. Hatırlanırsa Türkiye bu iki rüzgârın da şişirmesiyle 2010 yılının son çeyreğini yüzde 9,2 gibi bir büyüme oranıyla kapamıştı. Fakat hükümetin iç kamuoyuna sunduğu gibi şaşaalı bir başarı değildi bu, asla olmadı. Küresel fon akımlarından Türkiye kendi ligindeki ülkelere göre çok daha az bir pay alabildi. Devlet tahvili ve hazine bonosuna- kendi ligine kıyasla faizleri görece daha yüksek tutmasına rağmen- 2010’da toplam fonların ancak yüzde 6,8’ini çekebilirken, Brezilya örneğin yüzde 15,5’lik bir pay aldı. Hisse senedi fonlarında ise durum daha kötüydü, Türkiye gelişmekte olan ülkeler grubunda yüzde 3 gibi en az payı alan ülke oldu.

Bugüne geldiğimizde, bol para döneminin sona erdiği ve artık kapitalizmin merkezlerinde yukarı yönlü faizlerin oluştuğu bir dönemden bahsediyoruz. Türkiye de bu işten en hasarlı çıkan ülke olarak zayıfların ‘en zayıfı’ olarak öne çıkıyor.

Genel olarak adını koyarsak, bu durum Türkiye’ye özgü şu özelliği ortaya koyuyor;

Küresel âlemde işler yolunda giderken bile Türkiye kendi ligindeki ülkelere göre bunu en düşük düzeyde avantaja çevirebilen, işler terse döndüğünde ise herkesten daha fazla olumsuz etkilenen ülke konumundadır.
Nedenleri ise belli, hatta hiç bugünkü kadar açık ve net olmamıştı.

Küresel gelişmelerden etkilenme derecesini ‘Kırılganlık’ olarak tanımlarsak, Türkiye ekonomisi 2002 sonrası giderek daha da kırılganlaşmaktadır. Yüksek cari açık ve döviz borçları bu kırılganlığın oluşmasındaki önemli etkenlerden biridir. Bu açıları oluşturan da üretimsiz ve istihdamsız büyüme modelidir. Toplam Dış borç 2003’te 144 milyar dolarken bugün 422 milyar dolara tırmanmıştır. Bu borcun dağılımı ise 2003’te yüzde 66 kamu- yüzde 34 özel sektör biçimindeyken, şimdi borcun yüzde 71’i özel sektöre kaymıştır. Özel sektörün elinde şişkinleşmiş borçların çoğu ise kısa vadelidir. Bu borcun sürdürülebilirliği konusundaki endişeler, Türkiye’yi yatırım yapılamaz ülke haline getiren etmenlerin başında gelmektedir. Yüksek dış finansman gereksinimi karşısında doların tırmanışının önüne geçecek politika üretimi de ortada yoktur. Çünkü Merkez Bankası böylesi bir politikayı ne üretebilecek ne de uygulayacak yapıya sahiptir. Finansal piyasada oluşan faiz artırımı baskısıyla hükümetin faiz indirimi söylemi arasında hareketsiz kalmak tek seçeneği haline gelmiştir. Ülkede büyümenin itici gücü olarak görülen tüketim harcamaları borçla harçla yapıldığı için faiz artırımına mesafeli bakmakta, enflasyonist etkisi ve ülkeden daha fazla miktarda para çıkışını tetikleyeceği için faiz indiriminden de kaçınmaktadır. Yani MB şu an yukarı tükürse bıyık aşağı tükürse sakal misali hareketsiz kalmaya mecbur hale gelmiştir. Yaptığı veya yağacağı hareketler, kuşu bile ürkütmeyecek kadar etkisiz kalmaktadır.

Velhasıl dış şoklar, ülke içi uygulanan politikalardan kaynaklı ülkede daha şiddetli bir sarsıntıya dönüşürken, bu sarsıntıyı yok etmek bir yana hafifletmeye dönük hiçbir adımın atılmaması sarsıntının şiddetini artırmaktadır.

yeni-kuresel-iklimin-en-zayif-halkasi-turkiye-213334-1.