Napolyon’un cezasını çekmekte olduğu Elbe adasından kaçışı haberi, eski imparatorun başkente kadar gelebileceğini olası görmeyen Paris gazetelerinin manşetlerine ilk gün şu cümlelerle yansır: “Diktatör Elbe’den kaçtı.” İktidardan düşürülmüş, tahtını tacını kaybetmiş eski hükümdara layık görülen bu ifade biçimi, Napolyon Paris’e yaklaştıkça değişmeye başlar. Gazeteler ikinci gün biraz daha temkinlidirler. Haber, “Kral Paris yolunda” cümleleriyle duyurulur bu kez. Üçüncü gün, yani devrik imparator başkente sadece bir günlük uzaklıktayken manşetler artık son şeklini alır: “Majesteleri yarın Paris’te.”

Çok ikiyüzlü bir davranış olduğu kesin, ama zoru görünce Napolyon için ağzından bal damlayan Fransız basınının ayıplanacak bir tarafı yok bana sorarsanız. Koca imparatorun dönüşünün, gidişinden daha görkemli olacağını ilk anlarda fark etmek kolay iş değil.

Saygının ancak korkuyla sağlanabildiği dönemlerde, “Tanrı’nın yeryüzündeki elçilerine” yani krallara, padişahlara saygıda kusur etmenin bedeli canla ödenirdi. Komuta ettiği askerlerin arasında disiplini sağlayamadığı, Karaman seferi sırasında asker sayısının doğru dürüst hesabını veremediği için Fatih Sultan Mehmed’in önce kırbaçladığı sonra da tekme tokat dövdüğü Yeniçeri Ağası Kazancı Doğan’ın, öfkeli sultanın hışmından kolay kurtulduğuna bakmayın siz, kellesinin gitmesi an meselesiydi. İyi asker oluşu, dayak yerken Padişah’a ima yoluyla bile en ufak bir saygısızlık göstermeyişi, canının bağışlanmasını sağlamıştır.

Bir hükümdar ile konuşurken, neredeyse bir sanat haline gelmiş hitap biçimlerine başvurmaması halinde bir “kul”un ne hale sokulduğunun örnekleri çoktur. El pençe divan durmak varken, sululuk yapmak kimin haddineydi? Eğer kral ya da padişah izin vermişse, ölçüsünü bilmek koşuluyla şakalar yapılabilirdi belki. Bunun da bir “lütuf” olduğu hissettirilirdi önceden tabii. Kralın ya da padişahın ola ki her şeyden kuşkuya kapılmak gibi bir huyu vardır, yakınındakilerin bunu bilmeleri, dolayısıyla korkmaları çok doğaldır. Abdülhamid zamanında, ufak bir dizgi hatası Servet-i Fünun dergisinin sahibi, matbaacı Ahmet İhsan Tokgöz’ün sürülmesine yol açacaktı az daha: Tokgöz’e devlet salnamelerinin basılması işi verilmiştir. Salname, devlet örgütüne, memurlarına ilişkin istatistiki bilgilerin yer aldığı yıllığa deniyor. Yıllığın Abdülhamid’in tahta çıkışını bildiren bölümünde “hak kazanarak” anlamına gelen “ve’l- istihkak” sözcüğü, “hak etmeden” anlamını taşıyan “ve la istihkak” biçiminde yazılır yanlışlıkla. O zamanlar Abdülhamid’in kardeşi Sultan Murad henüz hayattadır. Abdülhamid’e karşı olanların bir kısmı Murad’ı tahta çıkarma çabası içindedir. Böyle bir niyeti olmayan diğer muhaliflerini bile Murad yanlısı saymaktadır Abdülhamid. Bu yanlışlığı kasıt sanması, hatta bunu Murad yanlılarının özellikle yaptığını düşünmesi olasılığı vardır.

Üstelik salnamedeki söz konusu yanlış fark edilmediği gibi o haliyle ilgililerce onaylanır bile. Allahtan Tokgöz, son anda farkına varır, hem durumu hem de kendini kurtarır. Korkusu boşuna değildir. Çünkü aynı salname daha önce devletin kendi matbaasında bastırılmak üzereyken Abdülhamid’le ilgili bir sayfa ters konmuştur. Matbaa çalışanları imparatorluğun çeşitli yerlerine sürülmüşlerdir bu yüzden.

Hükümdarlar birbirlerine benzerler. Fransız basınının da buna benzer gerekçelerle Napolyon’dan korkmakta hakkı vardı demek istiyorum. Bir zamanlar sadece krallara, padişahlara değil, imparatorluk mensuplarına da kelimeler düzeyinde bile saygılı olmak bir gelenekti.

Tarihi gerçekler bunlar. Medyamızdaki büyük el değiştirme yüzünden geldi bunlar aklıma. AKP Genel Başkanı çok hassas biri malum. İçinde tek bir hakaret sözcüğü geçmeyen cümleleri yüzünden sanatçı Zuhal Olcay hakkında dava açıp onu on ay hapise mahkum ettirebiliyor örneğin. Bu tarafını bildiğinden Aydın Doğan Genel Başkanı üzmemek için bir hayli çaba sarfetti ama kendisini affettiremedi bir türlü.

Bir zamanlar telefonda Genel Başkan karşısında ağlayan yeni “medya baronuErdoğan Demirören’in “gazetecileri” bence Napolyon dönemi Fransız “gazetecileri” kadar dikkatli bir “gazetecilik” yapacaklardır kuşku yok.

Koskoca Demirören’i ağlatacak değiller herhalde.