Bir zamanların “filozof dışişleri bakanı” ve sabık başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik isimli çalışmasının 83. sayfasında şöyle bir ifade yer alır:

“Türkiye’de yaşanan en temel çelişki bir medeniyet çevresine siyasi merkez olmuş bir toplumun tarihi ve jeokültürel özelliklerinin oluşturduğu siyasi kültür birikimi ile siyasi elit tarafından başka bir medeniyet çevresine iltihak etme iradesi esas alınarak şekillenmiş siyasi sistem arasındaki uyum problemidir ve bu durum hemen hemen sadece Türkiye’ye has bir olgudur.”

Davutoğlu aslında şunu söylemektedir: 1923 Cumhuriyet’ini kuranlar, yani Mustafa Kemal ve arkadaşları, Türkiye toplumunu İslam medeniyeti ve kültüründen kopararak başka bir medeniyetin, yani Batı medeniyetinin bir parçası yapmak istemişlerdir ve bugün yaşadığımız sorunların esas kaynağı tam olarak budur.

O halde yapılacak olan şey nedir? Yapılacak olan şeyin ne olduğu geride kalan on yılda görülmüştür, Türkiye “ait olduğu medeniyete dönme” adı altında hızla İslamize edilmiş, dinselleştirme politikaları hayatın her alanına sirayet etmiştir. Ancak mesele içeriyle sınırlı kalmamış, “Kemalist elitin bağlarımızı kopardığı Osmanlı bakiyesi topraklarda yeniden var olmak” diye özetlenebilecek bir perspektifle, yeni-Osmanlıcılık adını verdiğimiz bir dış politika hayata geçirilmek istenmiştir.

Özellikle Arap Baharı’yla birlikte bölgedeki en etkili ve uluslararası İslamcı aktör olan Müslüman Kardeşler (İhvan) büyük bir atılım gerçekleştirmiş, Tunus’ta ve Mısır’da seçimler aracılığıyla iktidara gelmiş, Libya’da ve Suriye’de ise silahlı kanadı aracılığıyla sürece dahil olmuştur. ABD ve Batı’nın Lübnan Hizbullah’ı, Suriye ve İran’dan müteşekkil “direniş ekseni”nin karşısına bir Sünni eksen çıkarmak istemesi İhvan’ın etkinliğini artırmasının gerisindeki esas nedeni oluşturmuş, yeni-Osmanlı ise bu süreçte -elbette ki ABD’nin arzu ve onayı dahilinde- kendisine Sünni ekseninin liderliği payesini biçmiştir.

Sahiden de bir süre yeni-Osmanlı için işler iyi gitmiştir, Osmanlı’yı yeniden kurma, Halep’i, Musul’u, Kerkük’ü alma, hilafeti geri getirme fantezileri gerçek zannedilerek ciddi ciddi konuşulmuştur. Ancak Suriye’nin cihatçı teröre karşı büyük direnişi, ABD Büyükelçisi’nin Libya’da El Kaide tarafından öldürülmesi, Mısır halkının Tahrir Meydanı’ndaki eylemleri ve sonrasındaki Sisi darbesi, Türkiye’deki Gezi Direnişi gibi gelişmelerle birlikte tüm bu planlar geçerliliğini yitirmiş, Sünni ekseninin liderliği ve yeni-Osmanlı hayalleri de suya düşmüştür.

Tüm bunlara rağmen, ana hatları Davutoğlu tarafından çizilen dış politika bugün hâlâ yürürlüktedir. Türkiye gerçeklikle yakından uzaktan alakası bulunmayan emperyal bir vizyonla Ortadoğu’daki karmaşık denklemin bir parçası haline getirilmiş, Ortadoğu’daki gelişmelerin doğrudan etkilediği, tam bu nedenle daha kırılgan, emperyalizmin spekülasyon ve operasyonlarına çok daha açık bir ülkeye dönüşmüştür.

Bunun son örneği Katar’dır. Katar krizine dair alınan tutum, emperyal vizyonla kişisel ikbalin iç içe geçmesinin muazzam bir örneğidir. Katar’la birlikte İhvan ve Hamas’ın hamiliğini üstlenen yeni-Osmanlıcı dış politikanın, ABD ve Suud’un Katar, İhvan ve Hamas’a yönelik kuşatma harekâtı karşısında tarafsız ve soğukkanlı bir tutum izlemesi mümkün olmamıştır, çünkü kurulan ilişki bunu imkânsız kılmaktadır, çünkü yeni-Osmanlı ve elbette ki “Reis”, kaderini bu üç aktörün kaderine bağlamış, ilişki varoluşsal bir veçheye kavuşmuştur.

Peki Katar’dan yana böylesine açık seçik saf tutmanın ne gibi sonuçları olacaktır? Bölgedeki genel görünümü özetlemek sanırım bu sorunun yanıtına dair ipuçları verecektir. Bir yanda ABD-Suud-İsrail-Mısır ortaklığı vardır ve bunun karşısında Katar ister istemez İran ve Rusya’ya yanaşmaktadır. Trump’ın hedef tahtasına yerleştirdiği İran’ın devrim muhafızlarının Katar’da olduğu ve Pakistan’ın da asker göndereceği iddia edilmektedir. Bu esnada İran ilk kez IŞİD’in hedefi olmuştur. İşin ilginç yanı Doha’da ABD’nin Ana Karargâh Komutanlığı’nın (CENTCOM) bir garnizonu vardır ve burada 10 binden fazla ABD askeri bulunmaktadır. Öte yandan Musul’da IŞİD operasyonunda sona doğru gelinmektedir ve Rakka’da ise YPG kentin dış mahallerine girmeye başlamıştır. Irak’ta Barzani bağımsızlık referandumunun bu sonbaharda yapılacağını açıklamıştır. TSK, Suriye’de kımıldayamamaktadır ve Rusya, ABD, Suriye Ordusu arasında sıkışmış durumdadır. Suudi Arabistan, aralarında Kardavi’nin ve Mavi Marmara eylemcilerinden birinin de olduğu onlarca kişiyi terör listesine almıştır ki, bunun Türkiye’ye de yönelik bir mesaj olduğu açıktır. Katar Emiri sosyal medyadan Erdoğan’a teşekkür ederken, Suud sosyal medya hesaplarında 15 Temmuz’dan görüntüler eşliğinde “Bu ordu mu Katar’a gidecek” diye dalga geçilmektedir. Erdoğan’ın “Darbe girişimi olduğunda Körfez’de sevinenler olduğunu biliyoruz” şeklindeki açıklaması ağızdaki baklaların yavaş yavaş çıkması anlamına gelmekte ve dahası yeni bir darbe ihtimalinin yabana atılmaması gerektiğini göstermektedir.

Velhasıl, yeni-Osmanlı Türkiye’yi yeni bir krize, yeni bir maceraya doğru doludizgin sürüklemektedir ve eldeki veriler bu seferkinin daha öncekilerden çok daha şiddetli ve derin geçeceğine, etkilerinin çok daha yoğun olacağına işaret etmektedir.