Sanatçılar her koşulda barışın korunabilmesi için gerekli olan çağdaş düşünce ve yaratıcılığın genç kuşaklara aktarımı için çabalamışlardır. Bu çerçevede biraz daha geniş bir tartışma, iyileştirme ve koruma alanı açmak için her biri farklı alanlardaki sanatçılarımızın görüşlerini aldık

‘Yeni Rejim’in sanatla kavgası -1: Devlet ve sanat ilişkisi

Tarih boyunca sanat, insanlığın gelişiminde belirleyici olmuştur. İnsanın kendisini ifade aracı olmakla başlayıp ilerlemenin sürdürülebilirliğini sağlayan bir iletişim biçimi olarak süregelmiştir. Düşünen insanın gelişimini sürdürmesi kuşkusuz salt kaynak yaratma, kazanç sağlama ve ekonomik büyüme ile açıklanamaz. Sanat, sosyal ve kültürel gelişim için bir gereksinim ve gerekliliktir. Birleştirici bir güçtür. Yaratıcılık ve muhakemenin bir araya geldiği koşulda sanat siyasetten de bağımsız kalamaz elbet ancak siyaset /ler üstüdür. Daha iyiyi ararken her düşünceye yer bulabileceğimiz bağımsız bir dünyadır sanat. Düşüncelerin çatışması ise hele sanat yoluyla olduğunda en zararsız, şiddetten uzak ve çözüme dönük zemin sağlar. Savaşarak değil evrilerek ilerlemenin yoludur sanat. Evrensellik boyutuyla dillerden, dinlerden âzâdır. Başkalarına; farklı kültürlere, toplumlara; en uzak olduğumuz düşünce ve duyguya yönelik farkındalığa, yakınlık değilse bile tanışıklık kurmaya en azından - belki de en önemlisi budur- üzerinde düşünmeye, boyutlanmaya olanak verir. Sanat anlamak, hissetmek içindir.

Yaşananlar tarih kitaplarından farklı
Çağlar boyu sanatçılar karanlıkla mücadelede toplumlara öncü rolü üstlenmiştir. Her koşulda barışın korunabilmesi için gerekli olan çağdaş düşünce ve yaratıcılığın genç kuşaklara aktarımı için çabalamışlardır. İşte tam da bu nedenle gelişim istemeyen egemen güçlerin en büyük korkusu daima sanat ve sanatçı olmuştur. Sanata ve sanatçıya uyguladıkları baskı ve sansürle aydınlanmanın önüne geçmeye çalışırlar. Farklı olana, farklı düşünene, sanatçıya yönelik baskılar önceleri tabular ve din baskısıyla, ilerleyen çağlarda ise sorgulanmayan teksesli bir iktidar peşindeki güçlerce şekillendirilmiştir.

Milattan önce Konfiçyus’un kitaplarının, milattan sonra İskenderiye Kitaplığı’nın neredeyse tamamını yakan bu akıl hıncını sadece kitaplardan değil insanlara da yöneltecekti. Engizisyonun diri diri yakılmasını emrettiği Bruno’dan, 2. Dünya savaşı faşizmine sıçrayan bu akıl düşünen insanı ve sanatı hedef alıyor. Geri kalmış toplumların, diktatörlüklerin yaşananlardan ders çıkarmak yerine örgütlü kötülüğün enstrümanlarına sarılmaları da yeni değil. Ancak bugün yaşananlar tarih kitaplarında okuduklarımızdan farklı çünkü okumuyor, yaşıyoruz!

21. yy Türkiye’sinde yeni bir rejim kurma yolunda önce gazete, dergi, kitap, sanat, müzik, sinema ve radyo gibi her türlü iletişim aracının kontrolü ele geçirildi. Herhangi bir şekilde “yerli ve milli” olmadığı düşünülen ya da rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğruyor ya da her türlü erişimi engelleniyor. “Kendi kültürel iktidarını” yaratamamaktan şikayet eden “tek adam”ın dilemması da bu asında. Kültürel iktidar mevcut sığ ve yoz bakışla oluşmuyor. Yasaklanan meyvelerden yemek gerekiyor o birikim için. Bu yolda yapılan yatırım ise aydınlanmayı beraberinde getiren bir evrilme nedeniyle sürdürülebilir olmuyor. İşbirlikçi aydınların desteği olmazsa sekteye uğruyor ve sürdürülemiyor. Sanat daima iktidarı sorguluyor. Son çare yine evrensel olan kültürel mirası yasaklamak oluyor.

16 yıllık AKP iktidarının bugün karşımıza dayattığı rejime giden yolda eğitimden, sanata, yaşamın her alanına her geçen gün artarak, iktidarı pekiştirdikçe el yükselterek; önceleri sessiz ve derinden sonra açık ve fütursuzca gerçekleştirdiği gerici saldırıları “İçi Boşaltılan Cumhuriyet ve Laiklik” adlı son kitabımda derleyerek bütüncül bir bakışla sunmaya çalıştım.

İhtiyacımız olan şey ifade özgürlüğü
Sabahattin Ali’den günümüze sayısız aydının canına kıyan, Sivas’ta aydınları, sanatçıları yakan zihniyetin 2013’te Sivas Katliamı görüntüleri nedeniyle sansürlediği Fazıl Say’ın Metin Altıok Oratoryosu, “Nostalji 2014” sergisinden kaldırmak istediği Nursel Sökmen Bayram’ın Maraş Katliamı isimli tablosu ile görünür olmaya başlayan baskı ve sansürü bugün tiyatro eserlerinin yasaklanması, oyuncuların, yazarların göz altına alınması, kitapların toplatılması ile olanca yükü ile devam ederken uzunca zamandır Tüsak yasası tehdid altında olan devletin sanat kurumları da 24 Haziran sonrası ilk KHK ile yeniden gündeme oturdu. Bizler bağımsız hukukun korumasında çoğulcu bir demokrasiden uzak otoriter, baskıcı ve tekçi bir sistem ile yönetilen ülkemizde sanatçılar ve sanat kuruluşları ile birlik içinde hayat damarlarımızı korumak ve demokrasi mücadelesini sürdürmekle yükümlüyüz.

Bu alanda özgürlükler ve hak mücadelesi içinde sanatın yeri benim için her zaman çok başka olmuştur. İslâmî referanslarla yürütülen kütür politikalarıyla her geçen gün biraz daha sığ, yoz ve popüler kültüre bağımlı bir toplum yaratılmak isteniyor. Oysa ihtiyacımız olan ifade özgürlüğünü, kültür sanata erişimini, sanatı ve sanatçıyı koruyan bir politika tanımıdır. Bu bağlamda sanatçılara özgür çalışma ortamı sağlanması, toplumun kültür ve sanattan uygun koşullarda faydalanabilmesi önemlidir. Bunun koruyucusu devlet olmalıdır. Bu koruyuculuk ise kültür sanat üretimi ve dolaşımının kamu görevi olarak tanımı ve buna uygun devlet desteği kadardır. Bunun ötesi sanatçıların özerk ve özgür çalışmaları ile kendi yönetimlerinde olmasıdır. Mevcut kurumların işleyişlerinin de ilerlemenin bir parçası olarak değişimi, gelişimi yine konunun sahiplerince yürütülecek çalışmalara muhtaçtır, bağlıdır. Gelinen noktada 703 Sayılı KHK ile özerk olmalarını sağlayan yasaları lâv edilerek doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlanan Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi gibi kurumlarımızın 4 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ile 5 gün sonra yeniden eski konumuna gelmiş olmasının bize rahat bir nefes aldırmaktan çok uzak olduğu kanaatindeyim. Bu çerçevede biraz daha geniş bir tartışma, iyileştirme ve koruma alanı açmak için her biri alanlarında farklı konuma sahip sanatçılarımızın şu üç soru bağlamında görüşlerini almak istedim.

***

Sanat, siyaset ve umut...

Her sanat yapıtının siyasi bir rengi, bir yönelişi, bir tınısı, bir kokusu vardır. Siyasal duruştan izler taşır, son tahlilde ideolojiktir

yeni-rejim-in-sanatla-kavgasi-1-devlet-ve-sanat-iliskisi-491529-1.
Yücel Erten- Sanatçı

Bizi bekleyen ve çok da öngörülemeyen süreç için öncelikle konuyu diri tutmak ve her anlamda fikirsel ve eylemsel boyutuyla korumacı ancak mevcuta mahkûm olmayan bir kavrayışa ihtiyacımız var. Özgür sanat, özgür düşünce elbette her zaman olduğu gibi bugünün karanlığından da çıkacak ve geleceğe kalacak.

Şu açık gerçeği kavramak için siyaset bilimci olmaya gerek yok:İnsan siyasal bir varlıktır. İstese de istemese de, ayırdına varsa da varmasa da siyasetin bir yerlerindedir. Seçimleri, davranışları, üretimi, düşüncesi ile bazı ideolojilerin izini sürer. Ya da en azından bazı ideolojilerin iz düşümündedir. Bu konudaki bilinci ya da bilinçsizliği, sadece siyasal davranışının yönünü ve yoğunluğunu belirler. Issız adada tek başına değilse eğer, “Siyaset beni hiç ilgilendirmiyor” derken bile, aslında siyasal bir mıknatısiyetin etkisi altındadır. Robinson’un ıssız adasında ortaya çıkan Cuma, artık siyasal bir durum doğurur. Sonuçta her birey, öyle ya da böyle, şu ya da bu oranda bir siyasetin yanında yer almış olur.

Şunu unutmuş görünüyoruz: Sanat da siyasaldır. İster tüzel ister özel örgütlenme olsun, ister bireysel ister ortaklaşa üretim olsun, ister akılcı ister duygucu yönelimde olsun, ister “Allah kabul etsin” faslından ister demir kazık başyapıt cinsinden olsun, her sanat yapıtının siyasi bir rengi, bir yönelişi, bir tınısı, bir kokusu vardır. Siyasal duruştan izler taşır, son tahlilde ideolojiktir. Bu gerçeğin yokluğunu düşünmek, ancak düşünmemeye gayret etmek olur ki, saçmadır.

yeni-rejim-in-sanatla-kavgasi-1-devlet-ve-sanat-iliskisi-491530-1.Peki ama sanatsal üretim nihayetinde siyasal bir karakter taşıyacağına göre; hükûmetler, bakanlar ya da profesyonel siyasetçilerin bu işteki rolü ne olacak? Ne olmalı? Cevabımızı vermeden önce, sanatın kültür kavramıyla harmanlanarak ilişkilendirildiği bir devlet geleneğine, ‘Kültür Bakanlığı’ olgusuna bir göz atmak gerekecek.

İlk kültür bakanı: André Malraux
Geriye, tarihe doğru bakınca burada iki zıt devlet anlayışı görüyoruz. Biliyorsunuz dünyadaki ilk kültür bakanı efsanevi Fransız sosyalist yazar André Malraux’dur. Fransa Devlet Başkanı Charles De Gaulle, 1959 yılında “kültürün demokratikleşmesi” düşüncesiyle ilk kez böyle bir bakanlık kuruyor ve bu göreve Malraux’yu atıyor. De Gaulle’un Malraux’dan beklentisi şu: “Kültürü ve sanatı sadece elitler için olmaktan çıkarıp, herkes için ulaşılabilir hale getirmek”...

Aradan geçen zaman içinde, bu anlayışı benimseyen ülkelerde, gerçekten de bu doğrultuda önemli bir yol alınmış olduğu bir gerçek. Bakarsak görürüz ki: Düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip uygar bir toplumda, kültür ve sanat alanının karşıt görüşleri, karşı çıkışları, eleştirisi ve hatta isyanı engelsizdir. Ataerkil toplummuş, Hıristiyanlıkmış, kapitalizmmiş, doğa yıkımıymı��, ekonomik gelişmeymiş, gelir dağılımıymış, kültür politikasıymış, tarihî ve manevî değerlermiş, inançlarmış, dogmalarmış, bunların hiçbirini dinlemez. Tamamını eleştirmekte ve hatta didik didik etmekte kayıtsız şartsız serbesttir. Siyasal, dinsel, ulusal, ahlakî ve ekonomik her türlü hegemonyanın karşısına çıkıp sözünü söyleyebilecek bir özgürlüğe sahiptir. Ama uygar bir toplumda. Somut örnek, Alman Anayasası’nda: “Bilim ve sanat özgürdür.”

Nokta. Gelgelelim kökü daha eski tarihlere, 1933’lerin faşist Almanya’sına dayanan bir başka gelenek daha vardır. Hitler’in “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” aynı zamanda “Devlet Kültür Odası” başkanı Joseph Goebbels’le başlar. “Kültürel planlama ile, kültür ve sanatı iktidarın propaganda alanı haline getirme” anlayışı... Yani bir bakıma kültür ve sanat alanlarının, iktidarların çıkarları doğrultusunda üniforma dikimevi gibi görülmesi. Goebbels’in ünlü sözü de bu anlayışın somut örneğidir: “Kültür lafını duyunca, silahımın emniyetini açarım”... Devletlerin ve iktidarların meşrebine göre, bu anlayışın da yol almış olduğunu görmek zor değil. Toplumlara absolutist, ceberrut, emperyalist, faşist, kapitalist, militer, ırkçı ya da dinci bir kültür ve sanat üniformasını giydirme çabaları yeterince görüldü. Yanı sıra bu alanlar, maddî-manevî rant devşirilecek mekanizmalar olarak görüldü ve ona göre davranıldı...

‘Uygar ve demokratik bir toplum için’
Şimdi bu perspektiften bakarak yukarıda sorduğumuz “Hükûmetler, bakanlar ya da profesyonel siyasetçiler bu işe hiç karışmayacak mı?” sorusuna yanıt vermeyi deneyelim: Uygar ve demokratik bir toplum olmak isteniyorsa eğer, karışmayacaklar. Tam tersine, genel ve yerel yönetim düzlemlerinde, demokratik bir bağımsızlığı, göreli bir özerkliği savunacaklar. Ödenekli sanat kurumları ile destek verilen kuruluşların, iktidarların oyuncağı olmayacağı, her iktidar değişikliğinde sarsılmayacağı, özerk yapılanmaları oluşturacaklar. Aklına estikçe yapıyı ve işleyişi çomaklamayacak, kendi ideolojisini pompalamaya çalışmayacak, sanatçıları püskürtüp partizanları beslemeyecekler. Demokrasi öyle gerektiriyor. Cumhuriyet’in kuruluş yılları dışında Türkiye, genellikle o çağ gerisi üniforma anlayışının dümen suyunda kaldı. Zaman zaman istisnalar yaşansa da; tepeden bakan bir denetleme, buyurganlık, güdümleme, sansür, yasaklama çizgisi hep ağır bastı. Beri yanda, bu dediğim dedikçi gelenek karşısında, ülkemizde bu konuları dert eden, kafa yoran sanatçıların umutları nelerdi? Hangi özlemler içindeydiler? Ne diyor, ne istiyorlardı? Kabaca özetleyelim: Bilim ve sanat özgür olmalı. / Kurumların göreli özerkliği genişletilerek iktidarların vesayetinden kurtarılmalı. / Devlet insana yatırım yapmakla yükümlü ise, bu yükümlülüğünün en etkin aracı sanat ve sanat kurumları ise, bu kurumlar bir yeniden yapılanma ile yerinden yönetime kavuşmalı. / Sanat kurumları sanatçılar tarafından yönetilmeli ve yönetim görevleri süreli olmalı. /Pozitif yarış ortamında sağlıklı ödüllendirme ve cezalandırma ölçütleri ile özgün sanat üretimi sağlanmalı.

Ve benzeri…

Peki şimdi nereye geldik? Ülkemizdeki son seçimler yoluyla halkın çoğunluğu, sanat kurumlarını bu özlemlerden oldukça uzak bir habitata tayin etmiş oldu. Bilindiği gibi her türlü kurumsal yapının yanısıra, en önemli sanat kurumları da, bir kişinin karar ve tercihlerine bağlanmış oldu. Yukarda sözünü ettiğim tarihsel ikilemin bize sağladığı perspektiften kuşbakışı görmeye çalışırsak: Vardığımız istasyonda raylarla makaslar, sanat kurumlarımızın özgül ağırlığını ve özgüvenini büsbütün yitirmesi, edilgenleşmesi ve gerilemesi olasılığını içinde barındırıyor. Doğal ki bu durumdan ağır bir düş kırıklığı yaşıyoruz. Ama umut zor zamanların ekmeğidir…