24 Haziran seçimleri sonrasında Türkiye Cumhuriyeti artık, adı aynı kalsa da, farklı bir rejim ve yönetim anlayışının hüküm sürdüğü farklı bir devlet!...

Yeni devleti farklı açılardan, farklı özellikleriyle tarif etmek gerektiği de açık... Yapılan değişiklik kökten bir değişiklik ve parlamenter sistem, erkler ayrılığı, hukuk devleti gibi sistemle olduğu kadar, devlet organları, bürokrasi ve yönetim anlayışı gibi sistemin işleyişini de değiştirmekte. Siyasal yapıdaki değişikliklerden, toplumsal-kültürel yapıdaki değişikliklere uzanılmak istendiğine de kuşku yok.

Resmi tanımlamaya göre, yeni rejime “Başkanlık Hükümeti” adı uygun görülmüş durumda. Muhalefetin oldukça farklı tanımlamaları var ama kanımca “başkanlık hükümeti” tanımı da başkanın ayrıcalıklı konumu ve olağanüstü yetkilerini anlatmak açısından oldukça doğru bir tanımlama. Biraz daha açmak için “Başkanlık Hükümeti Vesayeti” gibi bir ekleme de yapılabilir!

Başkanlık Hükümeti’nin ne demeye geldiğini anlamak için fazla araştırmaya da gerek yok; Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum bunu gayet güzel açıklıyor!... Örneğin, “O yüzden bizim yeni hükümet modelimiz siyasi anlamda tek kişilik hükümettir” gibi, “halkın seçtiği tek irade var” gibi sözleri var ki, daha ne desin!...

Gerçi, bu sistemin kolektif çalışmaya, istişareye daha çok imkân tanıdığı gibi iddiaları da bir yana bırakılamaz. Ancak hem karar vermenin hem beğenmediğini devre dışı bırakmanın tek kişiye bağlandığını söylerken, kolektif çalışmanın nasıl olacağını da anlatmakta!

Anlattıklarında ilginç yanlar çok. Örneğin “Türkiye’nin patron kim sorusuna yanıt aradığını” düşünerek yola çıktıklarını söylüyor ki, başlı başına önemli. Yani kimileri demokrasi, hukuk devleti, özgürlüklere yanıt arıyor, ya da seçimlerin bu sorulara yanıt aramak anlamına geldiğini sanıyor ki, “bizim büyük yanılgımız” demek mümkün!...

Öte yandan patron arayan Türkiye’ye “tek adamın patronluğu” diye yanıt verdikleri ortada. Bu patron sistemi ya da hükümetinin performans ve verimlilik açısından anonim şirket gibi yönetilmesini düşündükleri ve yetkiler delege edilse de, temelde tüm yetkilerin “uyumsuzluk yaratanların bir gecede gidip yerlerine işi doğru yapacakları” getirebilecek tek patronda toplanmasının amaçlandığı da görülmekte.

Bu sözler üzerine daha ne eklemeli; bilemedim!... Bir makama seçilen, tüm makamları atama, devlet organlarının tümünün çalışmasını belirleme, biçimlendirmek yetkisine sahipse; atadığı kişiler, biçimlendirdiği organların doğru veya yanlış yaptıkları konusunda tek karar vericiyse; yani devlet ve toplum adına “doğru ve yanlışın tarifi” tek kişiye bırakılmışsa; bu kişinin vereceği kararlara göre taltif ve ceza görmekten söz ediliyorsa, bu rejim, tek adam rejiminden başka nasıl tanımlanabilir!...

Söyledikleri arasında öyle bir şey daha var ki, ayrıca not etmek lazım: “Bir kişinin hükümet olarak seçilmesi tek başına onu tek adam rejimi üretmesine imkân vermez” diye başlayıp, bunun olabilmesi için “hukuk düzeninin tasfiyesi” gerektiğinden söz etmekte, buna kalkışmanın ise “meşruiyeti” olamayacağını ifade etmekte.

Doğrusu anlayamadım!.. Bugün olduğu gibi, yasama organının devre dışı kaldığı ve kanun hükmünde kararnamelerle getirilen rejim değişikliği “hukuk düzeninin tasfiyesi” olmuyor da ne oluyor?

Sözün kısası, “Adamlar”, getirdikleri rejimin ne olacağını saklamıyorlar... Muhalefete de, - kullandığım bir ifade değil ve yakışıksız kaçacak ama kusura bakmayın- “yersen” demekteler!...

Muhalefet ise, hala, çoktan “biçilmiş dona” isim aramakla meşgul!... Tek adam rejimi, sandıklı diktatörlük, parti devleti, Türk tipi başkanlık gibi adlardan sonra bir tanımlama da CHP’den milletvekili seçilen anayasa hukukçusu İbrahim Kabaoğlu’ndan geldi. Kabaoğlu başkanlık hükümeti gibi bir adlandırmanın yanıltıcı olduğunu söyleyip, rejim için, iktidarın devlet başkanının iradesine dayandığı yönetim biçimi olarak tanımladığı “monokrasi” adını uygun buldu. “Tek adam rejiminin” siyasal dildeki karşılığı denilebilir...

Peki monokrasi olarak adlandırılan bu rejime karşı nasıl mücadele verilecek; orasını bilen, söyleyen var mı!... Ad bulmak, durum tarif etmekten ötesi yani!... Örneğin CHP’nin Parti Meclisi’nde monokrasiye ve KHK’lere karşı mücadelenin zemini olarak Anayasa mahkemesine başvurmaktan söz edilmekte ki, söyleyecek söz bulmak kolay değil!

Kolay değil; çünkü, her şey bir yana, Parlamento’nun kör topal da olsa işlediği geçtiğimiz yıllarda bile çıkarılan yasalara ve KHK’lere karşı Anayasa Mahkemesi’nin derman olmadığı ortada.. Bir de, bugünkü koşullar...

Aslında, bu nedenle, laf yetiştirmeyi politika yapmak(mış), anayasal-yasal düzen aynı(ymış), Meclis, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar çalışır(mış) gibi yapmaktan vazgeçmesi ve somut koşullarda somut çareler üretmeye koyulmasını yazıp duruyorum. Bu nedenle, kurultayın yapılıp yapılamamasından çok, bu rejimle nasıl mücadele edeceğinin konuşulması gerektiğini yazıp duruyorum.

Gaye Usluer’in kurultay çağrısı yaparken dile getirdiği “Önce kendimizi eleştirelim” sözlerini bir kez daha yinelemekte yarar var: “Etkili bir muhalefet yapabilmiş olsaydık bugün sizlere bu çağrıyı yapmak zorunda kalmayacaktık. Göz göre göre gelen tek adam rejimine karşı Cumhuriyeti layıkıyla savunamadık. Cumhuriyet mitinglerini, Gezi eylemlerini, referandum kampanyasını ve Adalet Yürüyüşü’nü iktidar yürüyüşüne dönüştüremedik.”

Haklı; geçmişten bugüne etkin bir muhalefet yapılabilseydi bugünlere gelmezdik!... Daha etkin bir muhalefetin ne/nasıl olacağı konusunda bu anlamlı olabilecek öneriler de geldi. Ama duyan, aldıran olmadı!... Onların aldırmazlıklarının bedelini de yalnız onlar değil, tüm toplum ödemekte!...