Şimdi, yeni bir kriz dönemindeyiz. Bu kolaylıkla üstesinden gelinebilecek, sıradan bir kriz değildir. Kapitalist dünyada hiçbir ekonomik kriz küresel sistemin dışında çözülemez. Yani durum ümitsiz görünüyor.

Yeni sloganımız kahrolsun AİHM!

Kendi ölçümlerimize göre zamanın “yeni” dediğimiz bir yılına girdik. Bilebildiğimiz kadarıyla sonsuz evrende hayal gücümüzü zorlayacak kadar küçük bir noktacık olan, bir eşini henüz bulamadığımız bir gezegende; dünyada yaşıyoruz. Gündüzün ışığı ve ısısı güneşle var oluyor, geceleri gökyüzünde ışıklı bir tepsi gibi parlayan Ay sayılmazsa öteki yıldızların, gezegenlerin bizden ne kadar uzak olduklarını, bu uzaklığın mesafeyle değil, geçmiş ve gelecekle ölçülebildiğini hayretler içinde öğreniyoruz. Diyorlar ki, o gördüğün yıldız ışığı onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca yıl öncenin ışığıdır. Kimbilir belki de o yıldız artık yoktur. Kopernik sonrası fiziğinin, Einstein özel ve genel göreliliğinin, hızla gelişen kuantum fiziğinin el kitaplarından aktarılmış bu bilmem kaçıncı el bilgiyi ukalalık sınırlarını zorlama pahasına buraya yazdımsa söylemek istediğim ‘Kendimizi abartmayalım ama işimizi de küçültmeyelim, küçümsemeyelim’ demek içindir.

Kısacası bu girizgâh, evrende bir nokta bile olmayan bir dünyada, egemen sınıflar ve onların siyasetçileriyle, dünyaya hükmetmek için ellerinden geleni yapan, ülkeleri istila eden, yönlendirmek için tezgâhlı tezgâhsız, silahlı silahsız başımıza, öteki ülkelerin başına bela olan, bunun için birbirleriyle dalaşan, nihayet savaşmayı bile göze alanlarla mücadele etmek zorunda olduğumuzu anlatmak içindir. Ama bunu da herkes biliyor zaten. Öyleyse ben biraz daha günümüze, günümüzün siyasetine bakmayı, becerebilirsem görmeyi deneyeyim.

‘KAHROLSUN IMF’ OUT...

İktidar partisi 2002 seçimlerini yüzde 34’lük oy oranıyla kazandı. O seçimde ve sonrakilerde de bir önceki dönemin koalisyon partilerinin IMF ile sıkı işbirliğini, iflas halini birbirine ustaca bağlayan AKP, IMF karşıtlığını o günden bu yana neredeyse değişmeyen slogan yaptı. Paradoks şuradadır ki, seçimlerden önceki siyasi kargaşada da payı bulunan Kemal Derviş önderliğinde o yıllarda hemen tüm ülkelerde uygulanan IMF damgalı sıkı para politikasını terk etmeyen ama bunu IMF karşıtı söylemle birleştirmeyi başaran AKP “rayına giren” ekonominin rantını 2008 krizine kadar pek güzel harcadı. O güne kadar söylemde (bir ölçüde de eylemde) “demokratikleşme” havası yaratmayı başaran parti, ilk günden beri uyguladığı ideolojik hedeflere ulaşma politikasından hiç vazgeçmedi. 2008 bunalımı “teğet geçti”; yoksullaşma çok yönlü ideolojik saldırı ile gözlerden gizlendi, sosyal sistem sadaka yöntemiyle, parti işine dönüştürülerek, yoksullardan, esnaf kesiminden oluşan tabanın sadakati korunabildi.

Şimdi, yeni bir kriz dönemindeyiz. Bu kolaylıkla üstesinden gelinebilecek, sıradan bir kriz değildir. Kapitalist dünyada hiçbir ekonomik kriz küresel sistemin dışında çözülemez. Yani durum ümitsiz görünüyor. Artık siyasi bir bunalımla birleşme eğilimindeki krizi bu kez yalnızca sıkı para politikasıyla, kaynaklar bol keseden harcandığı, yeni kaynak bulunamadığı için atlatmak, küçülerek iktidarda kalmak mümkün olmayacaktır. Bir ihtimal IMF ile gizli açık anlaşma yoluna gidilerek dış kaynak aranacak, dış borçların “yapılandırılması” yolu denenecek, böylece en azından krizin siyasi bunalıma dönüşmesi, iktidarı tehlikeye sokması önlenmeye çalışılacaktır.

Peki, bu dönemin söylemi, sloganı “kahrolsun IMF” olmayacaksa ne olacak?

GELİN EN UCUZU BİZDE...

Krize düşmüş ekonomide bir yandan IMF politikaları uygulayıp söylemde IMF düşmanlığı yaparak sonuç almak, koşullar da uygun olduğu için mümkün oldu. Ama şimdi koşullar farklıdır. Öyleyse bir an önce bu kaynağı bulmak, ne gerekiyorsa yapmak, örneğin Türkiye’de işgücünün Çin’den bile daha ucuz olduğunu göstermek, işçilerin sendikaların, dernek ve kitle örgütlerinin engel olmaktan çıkartıldığını kanıtlamak gerekmektedir. ABD’nin yeni yönetimi ile bozuk ilişkilerin de hızla düzeltilmesi bir zorunluluktur. Bu nasıl olabilir? İlk yıllarda liberallerin de desteği ile ekonomideki görece rahatlama ile birlikte ibre AB’ye çevrilmiş, öğle vakti maytaplı kutlama töreni bile yapılmıştı. Şimdi Rusya ile tehlikeli ilişkiler değil, şişsiz kebapsız bir düzen kurmak, ABD ile ilişkileri rayına oturtmak, eski sıcak günleri canlandırmak gerekiyor. Ama bu nasıl olacak? Davos ruhunu terk etmek, İsrail ile dondurulmuş ilişkileri hızla ısıtmak, çözmek dar kapıdan geçmek için olmazsa olmaz gibi sanki. Çünkü ABD’nin bölgedeki değişmeyen mutemedi İsrail’dir. Kuşkusuz bu durumun can sıkıcı türevleri olacaktır ama ne yapalım, kılçıksız balık değil politika...

İşler karışık. Ama artık yalnızca AKP’nin lideri olmayan önderin, pragmatik bir politika ustası olarak bu yeni dönemde IMF’ye değil AİHM’ye, yani Avrupa Konseyi’ne ve AB’ye kafa tutmayı sloganlaştıracağı anlaşılıyor. Sistem hızla karar alma, hızla karar değiştirebilme özelliklerine sahiptir; esnektir. Batının Avrupa kanadıyla işleri tümüyle havaya uçuracak bir değişiklik mi bekliyoruz? Tabii ki hayır. Anayasa’nın 90. maddesine rağmen, yüksek perdeden söylenecek “AİHM bizim yargımızdan daha üstte değildir, tanımıyoruz” sloganı, içeride telaş uyandırdığı kadar Avrupa’da telaş uyandırmayacak, rutin zamanlaması içinde Türkiye’ye karşı eleştiriler görülecek, gözlenecektir. Zaten bu politika, işe yarar da iktidar cephesine uygun bir sonuç alınırsa seçimlerden sonra durum yeniden düzeltilir. Bu nedenle Türkiye’de ilericiler demokratlar hele sosyalistler bu konuyu politika belirleyici öğeler arasında saymamalıdırlar.

Liberallere bir şey demiyorum, onlar ikna edilemezler...

•••

Batı’yı (ve onun çeşitli kanatlarını) Türkiye’de güncel siyasi değişikliklerde belirleyici öğeler arasına koymayalım, dış faktör iç faktör meselesinde iktidar değişikliğini dışarıyla açıklamak gibi bir sakarlığın içine de düşmeyelim ama tümüyle etkisiz olduklarını da söyleyemeyiz herhalde. Askeri darbelerdeki payları malumdur. Özellikle orta-uzun vadeli ekonomik, politik, askeri planlarının uygulanması konusundaki ısrarları da görmezden gelinemez. Bir iki örnek bu durumu özetleyebilir. Batı (ABD ve Avrupa), Türkiye’de ekonominin nasıl bir rota izlemesi gerektiğini dikte etmeyi başarmıştır. Gümrük Birliği anlaşması bu örneklerden birisidir. Bir diğeri tarımda gerilemenin yine Batı kaynaklı dayatmalarla olduğu, pamukta, şeker pancarında, tahılda, tarımsal ürünlerin dış satımında gerileme bir yana kendine yeterliliğin de altına düşüldüğü, küçük ve büyük hayvancılığın bitme noktasına getirildiği de malumdur. Bu dayatmaların ideolojik ön hazırlığı ise köylülük üzerine karalamalarla atbaşı gitmiş liberallerimiz de bu konuda büyük başarılara imza atmışlardır. Sanayileşmeyi çiftçiliğin de modernleşmesini kapsayan bir gelişme olarak değil köyün, köylünün, tabi onlar “köylülük” diyorlardı, yok edilmesi olarak sundular; böylece köyden kente göçü de teşvik ettiler. Kuşkusuz mazisi epeyce eski olan bu durumu AKP politikalarına bağlamak doğru olmaz, ama son 20 yılda itiraz kabul etmez bir şekilde hızlandığı da bir gerçektir.