Bazı şeyleri artık konuşmanın zamanı geldi: Yeni Türkiye Sineması mı yoksa Yeni Türk Sineması mı? Bazıları diyor ki birisi ulusa diğeri ülkeye işaret ediyor. Ne yazık ki tartışma bununla sınırlı değil, çünkü tartışma büyük oranda tarihsel çatışmalarımız, mücadelelerimiz ve siyasal ayrışmalarımızla ilgili.

Pek çokları şaşırmış görünüyor. 1965 yılında Türkiye Sinema tarihindeki ilk grev filmi olan Karanlıkta Uyananlar filmini yöneten Ertem Göreç, yaklaşık 80 yaşındaki adam, Antalya’da tuhaf bir ödül verirken tuhaf bir konuşma yapıyor. Bence bunda şaşılacak bir şey yok, Göreç’in sözü geçen filmle ilişkisi zaten aslen olmaktan ziyade, kısmidir ve Göreç bu filmi yaptığına zaten yapıldığı dönemde çok pişman olmuştu. Yıllar sonra özellikle solcu gençlerin filme gösterdikleri teveccüh sayesinde bazı sorunlar aşılmakla beraber, bu filmin mimarı kendisi değildi.

Sayın Göreç sinema tarihimize ilişkin ilgili ve bilgili birisi olmadığı gibi, sanatçı aydın ve memleket meseleleri konusunda da düşünen anlatan yazan birisi değil ki… Antalya’da yaptığı konuşmaya bakınca aslında bunun bir konuşma olmadığını görürsünüz, çünkü konuşmamış aksine elinde yazılanları okumuştur. Bu ne demek? Bu şu demek: Senaryoda ne yazılıp ona verilmişse o da bunu almış başarılı bir şekilde icra etmiştir, yani oynamıştır.

İşin dramatik yanını bir kenara bırakırsak, bazı şeyleri artık konuşmanın zamanı geldi: Yeni Türkiye Sineması mı yoksa Yeni Türk Sineması mı?

Bazıları diyor ki birisi ulusa diğeri ülkeye işaret ediyor. Ne yazık ki tartışma bununla sınırlı değil, çünkü tartışma büyük oranda tarihsel çatışmalarımız, mücadelelerimiz ve siyasal ayrışmalarımızla ilgili.

Bazılarının Meclis kürsüsünden bile açıkça söylediği, Türklerin bütün Türkiye vatandaşlarını, Kürtlerin ise belirli bir etnik grubu temsil ettikleri, dolayısıyla Türklerle Kürtlerin eşit olamayacağı gibi tuhaf bir sava ilişkin şunu söyleyeyim: Ne yazık ki tarihsel akış böylesi yorumları anlamsız kılıyor, çünkü dışlayan, kendini dayatan ve geçmişten gelen ilişkileri inkâr eden bir egemen yorum söz konusudur.

Daha da önemlisi, bu tarihsel gerçek pek çok durumda yok sayılmaya çalışılır, Türkleştirme ve Türkçülük büyük oranda Türkleştirilenlerin ve Türkleşmeyi bir çıkış yolu olarak görenlerin davasıdır.

Tekrar edersek, eğer tarihsel gelişime bakarsanız; Türkçülük Türklerin eseri, talebi ve mücadelesi sonucu ortaya çıkmamıştır.

Şimdi bir başka konuya geçelim: Türkiye Sineması’na katkıda bulunan diğer etnik kesimlerin katkıları meselesine. Mesele sadece farklı etnik kesimlerden gelen katkı değildir, daha derindir. Türkçülük ya da Türkleştirme meselesi büyük oranda bir “olamama” durumu ile sonuçlanmıştır. Bu olamamanın kökenlerine gittiğimizde ise farklı etnik kesimlerden gelenlerin reddinden daha çok, Türkiye Cumhuriyeti’nde siyasal iktidarın milletle olan ilişkisinde yaşanan büyük sorunlar var, reddeden halklar değil siyasi iktidardır.

Bu büyük sorunlar ise öyle Osmanlı’da çok daha içerici, Cumhuriyet döneminde ise dışlayıcı ve sindirici olduğu için yaşanmaz. Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasi iktidarın milleti nasıl gördüğünü çok iyi biliyoruz, asıl sorun milletin kendi hür iradesi olduğunu kabul etmeyen ve milleti kendi sürülecek toprağı olarak gören zihniyettedir ki Osmanlı bu konuda çok daha yıkıcıydı.

Tarihe baktığımızda şunu görüyoruz, Türklerle Kürtlerin esaslı ve tarihsel bir kavgası yoktur, iki milletin birbiriyle köklü bir çatışması yoktur, ama siyasi iktidardan hem Türkler hem de Kürtler muzdariptir. Bu anlamda Türkleştirilenlerin daha sonradan daha millici olması ve reddiyeci bir söyleme bürünmesi ise bizimle sınırlı değildir. İster inanın ister inanmayın, ama durum çok net: Hitler Yahudi kökenden gelen birisiydi. Bu konuda esas bilgilendirici ve tanımlayıcı yaklaşım Freud’dan gelir, kendini kandırmak isteyenler ile aklını ve vicdanını kullanmak isteyenler arasındaki çatışmaya hoş geldiniz.