Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne, Türk sağının düşün dünyasında etkili olan dört aktörü inceleyerek bugünkü Türkiye’ye nasıl geldiğimizi ve yönetenlerin idari esin kaynaklarını, siyasi motivasyonlarını; derli toplu bir şekilde, günümüzle de bağlantılar kurarak gözler önüne seriyor.

Yeni Türkiye’nin zihinsel altyapısı

ÇAĞATAY USLU- ATAHAN ÜNAL

Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapan Fatih Yaşlı, ilk çalışmalarından itibaren Türk sağının düşünsel altyapısına odaklanmıştır. Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne isimli kitabında da 1946’dan itibaren devletle antikomünizme dayalı bir mutabakat kuran ve giderek İslami bir konuma evrilen Türk sağının düşün dünyasında etkili olan dört aktörü incelemiştir.

Cumhuriyet’le laisist bir kimlik kazanan Türk sağı, İkinci Dünya Savaşı’yla beraber dört başı mamur bir sistem gereksinimi duyar. Bu gereksinimi kitabın da odağındaki dört isim aynı motivasyonla ama farklı metotlarla gidermeye çalışır.

Türk sağı da Türk devleti ile koordine bir şekilde laik bir yapıdan İslami-muhafazakâr bir yapıya evrilmiştir. Yaşlı’nın konu edinilen kitabı da bu evrimin, devlet ideolojisinin evrimiyle birlikte; komünizme karşı nasıl cephe aldığını anlatır.

2009’da yayınlanan Kinimiz Dinimizdir kitabının devamı niteliğinde olan bu kitap, Türk sağının farklı metotlar ve benzer motivasyonlarla nasıl bir kimlik kazandığını anlatıyor. Kitapta incelenen yazarlar her ne kadar farklı yollarla Türk sağını besleseler de bu yolların kesiştiği ilk kavşak anti-komünizmdir.
Irkçılık-Turancılık Davası’nın sanıklarından, Türkçü Faşizmin kalemşoru Nihal Atsız, dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na iki adet açık mektup yazar. Orhun dergisinde yayınlanan bu mektuplarda, devlet içinde kadrolaşan komünistlerden ve bu kadrolaşmanın en yoğun olduğu yerin Maarif Vekaleti olduğundan söz eder. Başbakandan beklentisi ise açıktır: Toplumun geleceğini yetiştiren Maarif’teki bu kadrolaşmanın önüne geçilmesi.

Atsız için anti-komünizmin karşılığı, temelde, Rus karşıtlığıdır. Çünkü Ruslar Türklerin Turan topraklarını işgal altında tutmaktadır ve “Türkçülüğün ortaya çıktığı dönemde (Ruslar) Osmanlı’nın baş düşmanı konumunda”dır (Yaşlı, s. 61).

Yaşlı’nın Atsız’dan aktardığı gibi söyleyecek olursak, “Moskof bizim soy düşmanımız olduğuna göre, Moskof emperyalizmi olan komünizm de en tehlikeli düşmanımızdır” (s. 62).

Atsız’ın aksine komünizmi İslam’ın en büyük düşmanı olarak da gören Nurettin Topçu, incelenen yazarlar arasında meseleye en bilimsel yaklaşandır. Topçu, meseleye anti-kapitalist çareler arar: “… modernleşme ve kapitalizm, komünizmi doğurmuştur; bu ikisi var olduğu müddetçe komünizmin ortadan kalkmayacağı aşikâr olduğuna göre, komünizmi yok etmenin tek yolu, modernitenin ve kapitalizmin ilgası ve bunun yerine yeni bir sistemin kurulması olacaktır” (Yaşlı, s. 84). Topçu’nun bu motivasyonla kurguladığı proje ise; Sosyalizmin maddeci esasından uzak olan ve Osmanlı’daki lonca sistemi benzeri “Ruhçu Sosyalizm”dir.

“Ruhçu sosyalizm anlayışına dayalı, ahlak temelleri üzerinde yükselen ve otoriter bir devletin hâkim olduğu bir düzen kapitalizmin adaletsizliklerini ortadan kaldıracak, bu ise komünizmin varoluş nedenini dolayısıyla varlığını sona erdirecektir.” (Yaşlı, s. 86).

Hayatı arayışlar ve “aldanışlar” arasında sürüklenerek geçen Necip Fazıl, tıpkı Atsız gibi komünizmi “Moskofçuluk” olarak tanımlar ve Topçu gibi idealize edilmiş bir sistem kurmayı dener. Necip Fazıl’ın “Başyücelik” adını verdiği idare sistemi, Türk sağının ilk biyo-politik ütopyası olma özelliğini de taşır. İslam İnkılabı’nın üzerine inşa edilecek bu devlet, İslami esaslara dayalı otoriter ve hatta totaliter bir kimliktedir.

Komünizme ve onun beslediğine inandığı Kemalizm’e, “insanlığın, medeniyetin ve maneviyatın ölümüne sebep olduğu” gerekçesi ile karşı çıkan Necip Fazıl, ancak İslami esaslara dayanan bir “ideolocya” ile önce Türkiye’nin sonra da bütün dünyanın kurtulacağını savlar.

Bu düşünce, onu Türkiye’de komünizme karşı yetersiz bulduğu ve “Büyük Doğu fikrinin düşük çocuğu” olarak nitelediği MSP’den uzaklaşarak, anti-komünist paradigmayı paramiliter bir sistem ile pratiğe döken Türk-İslam düşüncesine, yani MHP’ye yakınlaştırır.

1965’te yayınladığı İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri isimli çalışması ile Ülkücü Hareket’in dikkatini çeken Ahmet Arvasi, 1966’da Alparslan Türkeş ile tanışarak CKMP’ye üye olur. CKMP’nin Türkçüler ile Ülkücüler arasındaki dönüşüm kavgasında başat figürlerden olan Arvasi, zamanla parti içindeki nüfuzunu artırarak Ülkücülerin “hocası” konumuna gelir.

Tıpkı Necip Fazıl gibi, komünizmin Türk gençlerinin kültürlerinden kopmasına ve sapkın ideolojilere yönelmesinin ana nedeni olarak gören Arvasi’nin anti-komünizm fikrinin temelinde modernleşme ve Batılılaşma karşıtlığı etkilidir.

Hergün gazetesindeki köşesine “Türk-İslam Ülküsü” adını veren Arvasi’ye göre, “çözülme” ve “yıkılma” döneminde olan İslam coğrafyasının “yeniden doğuşa” ve bir “diriliş”e ihtiyacı vardır (Yaşlı, s. 165).

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktürle beraber, tehlike olarak gördüğü Moskof Komünizmi’ne ve komünizmin Türkiye’deki yayılmasına karşı; Türk sağı pek çok yazardan etkilenmiştir. 4 temel figürün düşüncelerinin açıklandığı bu kitapta da anti-komünizmin yanında Türk sağının temel devlet anlayışına da yer verilmiştir.

Cumhuriyet’in hedeflediği demokratik rejimi, komünizmin peydahlanması açısından otoriter-totaliter bir sisteme evriltmek isteyen düşünürler, bu sistemlerinin temeline ahlak kavramını koyarlar ve toplumun yarısı olan kadınların “esas görevlerine” dönmesini isterler.

Yaşlı’nın kitabı bugünkü Türkiye’ye nasıl geldiğimizi ve yönetenlerin idari esin kaynaklarını, siyasi motivasyonlarını; derli toplu bir şekilde, günümüzle de bağlantılar kurarak gözler önüne seriyor.