Ayasofya politik bir meseleye, fetih ve hegemonya aracına dönüştürülmüştür. Cumhuriyet ile hesaplaşma açılış tarihinden sırıtmakta, Lozan’ın 24 Temmuz’u, açılışa denk getirilerek Lozan’ın tarihi önemine ve toplumsal hafızadaki yerine çizik atılmak istenmektedir. Yeni Türkiye, Lozan değil Ayasofya Camii üzerinden yükselecektir.

Yeni Türkiye’ye doğru ‘bilinen  hedefe’ ulaşmada Ayasofya

Cihan Uzunçarşılı Baysal

Mekândan bakmak, siyasi, felsefi, hukuki metinleri, soyut kavramları, gündelik hayata tercüme ederek somutlaştırmamızı; çetrefil olguları, mekândaki yansıma ve izdüşümleri vasıtasıyla çözümlememizi; önemsiz kabul edilenin önemini, göz ardı edilen/yok sayılanın varlığını görebilmemizi sağladığı ölçüde sistemi ve gidişatı yorumlamada kullanışlı bir yöntem. Tam da bu nedenle, 2002’de iktidara gelişinden, kralın çıplak olduğunu dosta düşmana gösteren Gezi’ye kadar, AKP, yurtiçinde ve yurtdışındaki çeşitli çevrelerce muhafazakâr demokrat bir siyasi parti görülüp alkışlanırken, kentsel mekan, tam aksine, adım adım otoriteryanizme savruluşu deşifre etmekteydi. Evrensel insan hakları normları, hukuk devleti ilkeleri ve demokratik mekanizmalar kentsel mekânda birer ikişer çözülmekte, dinci otoriteryan neoliberalizm en önce mekândan görünür olmaktaydı; ama ne gam, kimlik politikalarının, “açılım” umut ve beklentilerinin, AB projeciliğinin, demokrasi denen trenden inildiğinde teker teker geri alınacak demokratik düzenlemelerin baskın ikliminde ne kente bakmak ne de kentsel mekândan bakmak önemsendi.

Refah Partisi’nin '94 yerel seçimlerinde İstanbul’u kazanması yeniden fetih olarak kutlanmış, kente İslami karakterinin (kozmopolit İstanbul’un ne kadar İslami kent olduğu tartışmalıdır) iadesi için düğmeye basılmıştı. İftar çadırlarının kurulması, Ramazan eğlencelerinin Sultanahmet’te canlandırılması, tarihi mekanların İslami vakıf ve derneklere bedelsiz tahsisleri gibi gelişmeler bu dönemde start almış, İslami bir doku, kentsel mekanı boydan boya sarmaya başlamıştır.

AKP’nin 2002’de merkezi yönetimi de almasıyla, sürecin ivmesi yükselecek, kapsamı genişleyecektir. Onlarca cami/mescit ihya projelerinin yanı sıra 2014 düzenlemesiyle her projeye dini tesis şartı da getirilince, dinci ideoloji kentsel mekânı, kamusal alanları boydan boya ele geçirmiştir. İktidarın önemli projelerinden Millet Bahçeleri ve Millet Kıraathaneleri gibi denetim, gözetim, ehlileştirme mekânları vasıtasıyla da toplumsal mühendislik mekân üzerinden inşa edilmekte, Yeni Türkiye’nin makbul vatandaşları yaratılmaktadır.

2011’de Üçüncü Havalimanı bölgesinde tasarlanan Yeni İstanbul projesi ise her ne kadar rafa kaldırılmış görünse de kentsel mekanın tanzim ve tasarımında İslami normların kullanılmasının yolunu açmıştır: “Önemli binaların girişleri Mekke'ye yani, Kıble'ye bakıyor… bölgenin ortasında üç hilal modeli yer alıyor. Şehrin yoğunluğu da bu model doğrultusunda planlanmış durumda[1]”. Büyük bir ihtimalle Kanal İstanbul çevresinde tasarlanan ve planları yakınlarda açıklanan Yeni Şehir projesinde de benzer tasarımları göreceğiz.

Kentin hemen her yerinden görünür Çamlıca Tepesi’ne kurulan mega cami, bir İslam kentinde olduğumuzu gündelik hayatın koşuşturmalarında dahi unutmamamıza vesile olmakta; kentin ve ülkenin en önemli politik meydanını, agorasını adeta kendi avlusuna çevirip demokratik siyasete kapatan Taksim Cami, tam karşısındaki yeni AKM’den yansıtılan kubbesiyle mekanı domine etmektedir. 1994 senesinde zikredilen hayal artık gerçektir: “O bölgeye gelen kişi bir defa o merkezi gördüğünde bir İslam kentinde olduğunu anlayacak. Cami avlusuna komşu kültür merkezinde, bir türlü fethedilmeyen İstanbul’un ne gibi etkinliklerle yeniden fethedileceğine kuşku yoktur; tıpkı her ziyaretçiyle Bizans’ın yeniden ele geçirildiği ‘1453 Fetih Müzesi’ gibi! Kitleselleştirilen fetih şenlikleri, Ertuğrul, Abdülhamid gibi diziler, filmler, mega projelerin açılış konuşmalarında verilen ayarlar… toplumu sürekli bir fetih-fatih bandında tutarken, iktidarın hegemonyası da konsolide edilmektedir. Fetih ile kastedilen sadece Bizans değildir; siyaset, basın, medya, hukuk, akademi, sanat camiasından tüm muhalifler, insan hakları savunucuları ve elbette Geziciler ve sırasında Avrupa, sırasında ABD paylarına düşeni almaktadır. Bu bağlamda, Ayasofya politik bir meseleye, fetih ve hegemonya aracına dönüştürülmüştür. Cumhuriyet ile hesaplaşma açılış tarihinden sırıtmakta, Lozan’ın 24 Temmuz’u, açılışa denk getirilerek Lozan’ın tarihi önemine ve toplumsal hafızadaki yerine çizik atılmak istenmektedir.

Yeni Türkiye, Lozan değil Ayasofya Camii üzerinden yükselecektir.

Artık sadece Taksim Meydanı'ndakiler değil kentin hemen her yerindeki nüfuslar hatta mega havalimanını kullananlar bile mekana bakarak bir İslam kentinde olduklarını anlayabilmektedirler. Girişteki camisi, kubbeli çatısı ve Türk-İslam sanatında Allah’ı temsil eden lale formundaki kontrol kulesiyle iktidarın ideolojisini kentsel mekana nakşeden Üçüncü Havalimanı'nı Erdoğan’ın bir zafer anıtı olarak tanımlaması hiç kuşkusuz sadece havalimanının dünya üzerindeki benzerlerine fark atmasına gönderme değildir. Havalimanının afişlerinde, Erdoğan’ın fotoğrafı “Yeni Türkiye’yi İnşa Ediyoruz” cümlesiyle yer almıştır. Burada inşa ile kastedilen, havalimanının İslami tasarımında simgeleşen yeni bir Türkiye, yeni bir devlet ve toplumsallıktır. “Yeni Türkiye”, Cumhuriyet Türkiye’sinden 2023’de Cumhuriyet’in 100. yılında alınacak rövanştır. Milletin anasına küfreden konsorsiyum üyesinin açılışta kürsüye çağrılarak taltifi, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce soruşturması devam ettiğinden hiç bir ülkeye giremeyen Sudan Devlet Başkanı’nın şeref misafirliği, projenin katlettiği 13 milyon ağaç, 70 göl gölet, yüzlerce habitat, emekçi cinayetleri, gayri insani iş koşulları, hak arayanlara baskı, gözaltı; kısaca, projenin mekan üzerinden kanayan ihlalleri göz önüne alındığında nasıl bir Yeni Türkiye ile karşılaşacağımızı epey önceden mekandan gözlemlemek mümkündür.

Alt alta okuduğumuzda, Ayasofya kararıyla ilgili edilecek kelam olsa olsa “Perşembenin gelişi….” olur. Öte yandan, bu karar, “Yeni Türkiye” ile amaçlanan dinci, otoriteryan, neoliberal devlet inşası sürecinin şahikasıdır. Ali Topuz’un belirttiği üzere, Danıştay kararı ile padişahların yasa koyucu iradeleri, Cumhuriyet’in yasa koyucu iradesine üstün tutulmuştur[2]. Böylece, sadece hukuk devletinin tabutuna son çivi çakılmamış, Cumhuriyet hukukundan da rövanş alınmıştır. İnsanlığın ortak mirası olarak Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Ayasofya, UNESCO’nun kaygıyla dile getirdiği üzere evrenselliğini yitirme riski altındadır. Tek tipçi İslami iktidarın ajandasında evrensellik sadece kullanışlı bir araçtır. Nitekim, Milletvekili Filiz Kerestecioğlu, Cumhurbaşkanlığı Twitter hesabındaki Arapça ve İngilizce açıklamalardaki farka dikkat çekmiştir[3]. Batı’ya, Ayasofya’nın evrensel bir kültür varlığı olduğunu kabulle kaygılar yok edilmeye çalışılırken, Arap dünyasına verilen mesajda, Ayasofya’nın ihyası, Mescidi Aksa’nın özgürleştirilmesinin müjdesi, gecikmiş bir yeniden diriliş ve “bilinen hedefe” ulaşmada mübarek bir yolculuk olarak tanımlanmaktadır. Mekândan bakanlar, bu yazıda da açıldığı üzere, bilinen hedefi epey önceden okuyabilmişlerdir.


Ayasofya kararı, çoklu baro düzenlemesinden, İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılmasından, sırasını bekleyen siyasi partiler ve seçim yasaları ile sosyal medya düzenlemelerinden azade tutulamaz. İslami otoriteryan neoliberal devlete doğru bu “mübarek” yolculuğun son durağı, başta laiklik, medeni kanun, kadın hakları olmak üzere tüm Cumhuriyet kazanımlarının yok edilmesinin planlandığı 2023-Yeni Türkiye hedefidir. Cumhuriyet’in 100. yılında Cumhuriyet’ten alınacak rövanştır. Peki, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde oybirliği ile kalkan eller gidişatın farkında mıdır?!