“Yeni yılınız kutlu olsun”

EREN AYSAN

Sevda Şener hocamızın üniversite yıllarımızda kulağımıza küpe olan sözlerinden biri, “Dram sanatı insanı eşiklerde sınar”dı. Tiyatronun hayatın ta kendisi olduğu varsayımını ciddiye alırsak, insan kişiliğinin en iyi belirlendiği süreçlerin bir takım geçitler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İnsan bu eşik durumları atlayarak her defasında yeni bir döneme girer. Öte yandan eşik atlamak öyle kolay değildir. Her şeyden önce insan, eşikte sınandığı koşulları atlamaya açık olmalı, dahası yeni durumlara da uyum sağlamalıdır. Bunun için de koşulsuz cesaret, esneklik, açıklık, beceriklilik gibi temel koşulların yanında, bağlı olduğun toplumun kurallarını da göz ardı etmemen gerekir. Kişiliği böyle geçitlerle sınanmamış olanlar kendilerini de kanıtlamış sayılmazlar. İlkel toplumlarda delikanlılar ana kuzusu olmaktan zorlu bir sınavla kurtulur. Yine “ad verme” törenlerinde genç erkek avda, üretimde ya da savaşta kendini kanıtlamak durumundadır.

Bütün bunları neden mi yazdım? Kaynağını ilkellerin kutsal törenlerinden almış olan tiyatro sanatı gelişim gösterdikçe değişmeyen tek şeyin insanın sınanması olduğunu vurgulamak için... Antik Yunan tragedyalarından Shakespeare oyunlarına, Goethe romantizmine, Ibsen ve Çehov gerçekliğine, Maeterlinck karşı gerçekliğine, Ionesco ve Beckett’in saçma dünyasına ve çağdaş tiyatronun bugün aklı zorlayan değişimine ve gelişimine bakarsak insanın vermiş olduğunu zorlu sınavları sahnede gözlemleriz. Ancak bu geçitlerin yalnızca bireysel bir takım sınanmalar olduğunu dayatırsak büyük bir hataya düşmüş oluruz. Özellikle çağdaş tiyatronun derinleştirdiği bir başka alan da kişinin toplumsal geçitlerde sınanmasıdır kuşkusuz.

Sevda Hoca’yı düşününce vermiş olduğu tiyatro kuramı ve tiyatro tarihi derslerinin bugün hayatla olan uyumunu görüp hayrete düşmediğimi söylemek yersiz olur. Son yıllarda içinden geçtiğimiz karabasanı ve en kutsal hak olan “yaşam hakkı”nın elimizden alındığı, yanımızda yöremizde bombaların patladığı, hatta bomba sesi ile başka büyük sesleri ayırabildiğimiz bir deneyime geçtiğimizi, gencecik çocukların yüzünün toprağa düştüğü bir sürece tanıklık ettiğimizi düşünürsek bireysel ve toplumsal sınanma noktalarımızın büyük yarıklara ulaştığını da belirtmek gerekir. Sanırım Sevda Şener bize, keskin virajlarda insanın içinde bulunduğu durumu iyi değerlendirebilmeyi, kendine netlik kazandırabilmeyi ve açmazlardan kolaylıkla kurtulabilme yollarını göstermeye çalıştığı için yalnızca tiyatro kuramcısı değil, bir yaşam hocası olarak da hayatın gerçekliğine hazırlamak istemişti. Ne yazık ki bu kötü günleri görmedi. Ya da ne iyi ki…

Bireysel ve toplumsal acılarımızın kanayan bir yaraya dönüştüğü dönemeçlerde insan ruhu ister istemez bağlı olduğu sıkıntılardan uzaklaşmak için derin hamleler yapar. Çözümsüz zamanlarda sıkıntılardan uzaklaşmanın ara formülleri vardır. “Yeni yıl” eğlenceleri, yıldönümleri, bayramlar bunların en belirginleşmiş halleridir bir bakıma. Belki de bu yüzden, yeni yıl imgesinin verildiği dramatik yapıtlar daha çok melodrama türü içinde kendini bulur. Orta sınıfın gözyaşları, birbirine kavuşamayan gençler ya da fakirliğin altında ezilen temiz insanlar için akar. Örneğin, zengin, iyi kalpli kız Belgin Doruk, kaderin sillesini yemiş, yoksul ama namuslu genç Ayhan Işık’a sevdalanır. Onların acıklı maceraları, kötülüğün ne olduğunu gösterir izleyiciye. Sonunda iyiler kazanır.

Kibritçi Kız, yılbaşında ısınmak için son kibritlerini yakar. Oysa sıcacık evlerinde insanlar mutlulukla sofralarındaki hindiyi midelerine indirmektedir. Sabah olunca masal kahramanının ölmüş bedenini bulanlar, onun kibrit alevinde bir anlık da olsa, çocuksu hayallere daldığını anlamaz. Zaten masallar isyan etmek için değil, şükretmek için vardır. Kimse sınıf çatışmasının yoksulu ne hale getirdiğini düşünmez.

Günümüzde modern masal olarak nitelendirebileceğimiz melodram da, sorgulatma amacını taşımaz. Toplumda yerleşik ahlakın altını çizmeyi görev edinir. Melodramların genellikle mutlu sona ulaşmasının ardında, “Kişi hak ettiğini bulur!” tanrısal yargısı vardır. “Evde Tek Başına” filminde, evde unutulan çocuk hırsızlara karşı mücadele eder. Finalde, yılbaşı gecesi saat tam on ikide çocuklarını evde unutan sorumsuz aile evlatlarına kavuşur. “Brigitte Jones’un Günlüğü”nde esas kız yılbaşı gecesi aylardır peşinde olduğu gençle muradına erer. Aşk kazanır!

Filmlerde yeni yıl mutlaka mutluluğun habercisidir. Türk filmlerinde neredeyse hiç kullanılmayan yeni yıl fonu, bir tek Yılmaz Erdoğan’ın “Neşeli Günler” yapımında hayat bulur. Evine ekmek getirmeye niyetli işsiz adam noel baba kılığına girerek para kazanmaya çalışır. Salon kirası ucuz olsun diye düğün günü olarak yılbaşını seçen akrabasına son anda para yetiştirir. Dinsel yanı nedeniyle Türk filmlerinde kullanılmayan yeni yıl, toplumsal değerlere ters düşmeyecek biçimde bir düğünle bütünleşmiş olur böylece.

Tiyatro oyunlarında da yeni yıl genellikle melodram türünde kendini gösterir. Bu yapının dışında kalan, modern sonrası olarak nitelendirebileceğimiz oyun metinlerinde ise yeni yıl, dünyada artık hiçbir şeyin değişmeyeceğini, kaosun devam edeceğini, vahşi kapitalizmin daha da kökleşeceğini bildirir bize. Amerika’nın parlak oyun yazarlarından Tony Kushner pek çok ülkede kapalı gişe oynayan “Amerika’nın Melekleri”nde, yılbaşı gecesi, umutsuz yargılarda bulunur. Gelecek, sonu da içine alacak kadar yakıcıdır aynı zamanda. Peter Turrini, “Yeni Yılınız Kutlu Olsun” adlı oyununda, gelecek yılların insanlığın düştüğü bataklığa çare olamayacağını aktarır. Üstelik de o gün ilk defa tesadüfen bir araya gelmiş insanlar üzerinden…

Her şeye rağmen dramatik yapısı olan eserlerde “yeninin başlangıcı”dır yeni yıl. İnsan bilinç altında da olsa yeni yılda, soyunun devamı için mücadele edeceğine söz verir.

Oysa gelecek belirsizliğin kutsandığı büyük bir boşluktur. Yeni olanda tedirginlik duygusu derinleşir. Kimi zaman ne yapacağını şaşırır insan. Yeni tanıştığınız birini tartarsınız. Onun neyi sevip neyi sevmediğini sorgularsınız. “Yeni” cazip gibi görünse de sıkıntı vericidir de. Günlük olağan akışı yeniye göre değiştirmeye kalkarsınız.

Bu nedenle geçmiş her türlü acıya, hüzne, savaşa, yıkıma, ölüme rağmen soylu olarak hatırlanmak istenir. Yaşanmışlık deneyim kazandırır kişiye. Artık kriz anlarında nasıl duracağını, ne yapacağını bilir kişioğlu. Üstelik geçmiş tekinsiz değildir. Tam tersine korunaklıdır. İyi bildiğiniz bir yol, her gün uyandığınız oda kadar ferahtır. Anılar size gülümsetecek imkan sunar.
Ben de bu yazıyı kaleme alırken Sevda Hoca’nın, “Üniversiteye başladığında ne kadar küçük bir kız çocuğuydun” diyerek attığı sevimli kahkahasını hatırlıyorum mesela. Yahut gazeteye yazdığım yazıda, bir oyun yazarı yerine başka bir oyun yazarının adını verince, sabah erkenden uyarmak için aramasını… Gözyaşları içinde, “Hocam gece fark ettim, ama çok geçti” dememin ardından ise, teselli vermeye çalışarak, “Ben ne hatalı yazılar yazdım, boş ver!” demesini… Oysa hocam siz hiç hata yapmazdınız ki! Sanırım son günlerde sizi bu kadar çok düşünmemin ardında ise yaşadığım büyük bireysel krizin etkisi var. İnsan geçmişe sığınarak çıkış yapmak istiyor. Geçmişin verimliliğini yanına alıp o büyük deneyimle ayakta kalmaya, sağlam durmaya çalışıyor.

Öte yandan “geçmiş” asude gibi göründe de, şu son iki yılı hiç yaşamamış olmayı tercih ederdim doğrusu. Pek çoğunuz gibi hayatımdan çıkartmak istediğim bir yıl oldu 2016. 2017 ise bitince hep hatırlamayı isteyeceğimiz, bombaların patlamadığı, evlatlarımızı kaybetmediğimiz, gencecik askerlerimizin evine mutlulukla dönüp annelerine sarılabildiği, gazetecilerin, yazarların düşünceleri nedeniyle demir parmaklıların arkasına itilmediği, “özgürlük” sözcüğünün kelimeyle sınırlı kalmadığı, haksızlıklara uğrayanların haklarının teslim edildiği, herkesin evine ekmek götürebildiği, üretimi ve neşesi bol bir yıl olur umarım.