Çevremizde yaşamakta olduğumuz kanlı savaş ve çatışmalarda insan haklarına ilişkin sözler de araya giriyor.

 “Liberalizmin anahtar kavramı özgürlük değil, güvenliktir. Böyledir çünkü güvenlik burjuva toplumun yüce kavramıdır.” Mark Neocleus özgürlükten önce güvenliğin birincil olduğunu böyle ele almış. Yazarın “Güvenliğin Eleştirisi” kitabını Tonguç Ok çevirmiş. Ki kendisi de bir “güvenlik devleti” kurumunda halen tutsaktır.

Çevremizde yaşamakta olduğumuz kanlı savaş ve çatışmalarda insan haklarına ilişkin sözler de araya giriyor. Kendimiz de belki benzer sözleri edip, yaşanılan vahşete üzülmekle yetiniyoruz.

Irak ve Suriye’yi yakan savaşta sözü din ve belki de “İslam” eleştirisine getiriyoruz… Din ve insan hakları konusundaki din aleyhine yapılan eleştiriler haklı olabilir. Ama burada ince çok ince bir çizgi olduğunu unutmamalı. Örneğin, somuttan yola çıkarsak, IŞİD vahşetini yapanları bir batı kavramı olan “insan hakları” değer yargıları ile suçlayınca onları etkileyip “utandırmamız” olası değil. Çünkü burada iki benzemez söz konusu. Ya da ayrı dünyaların kavramları ile tek dünya değer yargısı oluşturmak zor…
Din ve insan haklarını bir başlık altında toplamak, buna moderniteyi de eklemek, günümüzün pek çok uzlaşmaz çelişkilerini bir potada eritmeye benzer. Batının modernite kavramı, din ile çatışmalı bir zeminde karşılaşmıştır. Bu çatışmada, toplumsal, sosyal, tarihsel ve kültürel bir kurum olan din ile modernite ilişkisi, karmaşık ve çatışmalı bir tarihe sahiptir.
Din ve insan hakları başlığından olumlu düzlemlere ulaşmak teorik olarak mümkündür. Modernitenin yanı sıra demokrasiye kadar sözü genişletebiliriz. Din ile toplum arasındaki ilişkiye benzer bir bağ da güvenlik ve demokrasi arasında vardır. Böylesi zorlu ilişkilerin birbirini sosyal tepkimelere sokması da sosyolojik açıdan normaldir. Toplumsal planda olması istenen, bu sosyal tepkimelerin insanın tüm değerleri açısından olumlu bir üst aşamaya ulaşılmasıdır. Ne var ki yaşadığımız pratikte bunu göremiyoruz.
İnsanlar kendini insan hakları ile bağlı görmüyorsa, onu bu tutumundan dolayı kendinizce yerin dibine sokabilirisiniz. Ama onu utandırmazsınız. Bu nedenle işte, insanlık için de utanç tabloları ortaya çıkar. Peki bundan bize ne mi demek gerek. Yani IŞİD ve diğer örnekler bizim dışımızda diyebilir miyiz? Asıl mesele içerde, ülkede: İçerde, başta iktidar olmak üzere, “yeni merkezin” insan hakları konusundaki tutumu IŞİD’den ya da İsrail’den farklı değil. Bu nedenle, tanığı olduğumuz uzun vahşet sahnelerinin öznesi olmamız da uzak bir olasılık değil. AKP ve onu temsil ettiği anlayış muktedir olduğu sürece…

Aslında çok uzağa ya da zamansal açıdan çok geriye gitmeye gerek yok. Sivas katliamına bu topraklarda “kıyam” diyenleri gördük.

Din temelli siyasal dünya tasavvurları karşısında insan hakları ne denli acizse, güvenlik refleksi karşısında demokrasi de o denli acizdir. Yani, yoktur ikisinin de birbirinden farkı. Batı ile doğunun; insan hakları ve din olarak belirttiğimiz iki benzemezi ile batının güvenlik ve demokrasi olarak belirttiğimiz iki benzemezinin olumsuz sonuçları birbiriyle yarışır. Örnek Gazze’dir, Irak’tır.

Yukarıda andığımız kitapta, güvenlik kavramına, yazar bir batılı olarak içerden bakıyor ve eleştiriyor. İnsan haklarının doğduğu yerde doğmuştur güvenlik devleti kavramı. İsrail’in Gazze saldırısında, batının görece sessizliği, aslında bir tür onaylamadır. Batı, kendisi de, kendince koşulları oluştuğunda aynısını yapacağından sessizdir. İsrail, batıdır aslında. Güvenlik devleti tartışmaları güncelliğini koruduğu sürece, insanın hakkı da tüm dünyada tartışılıyor olacak bir yönüyle.

Bilinen sözü biraz değiştirirsek; her tür iktidar için güvenlik söz konusu olduğunda gerisi teferruattır.

Haftaya dize; “Bilirim acın da toz tutmaz senin” (Gülçin Sahilli, Mavi Esme Boran, yasakmeyve )