Acil olarak yapılması gereken, siyasi erkin iradesini ortaya koyması, üniversiteleri, meslek odalarını, sivil toplum örgütlerini ve ilgili diğer aktörleri bir masa etrafında toplayarak, uygulanabilir planlama ve örgütlenmeleri yaparak harekete geçirmesidir. Ülkemizin mühendisleri, mimarları ve şehir plancıları bunları başarabilecek teknik beceri, bilgi birikimi ve deneyime sahiptir.

Yeniden 17 Ağustos depremini anımsarken

Oğuz Gündoğdu*

Yaşanan ve yaşanması beklenen her doğa olayının bir doğa felaketine dönüşmesi ülkemizde artık olağan hale getirilmektedir. Ortaya çıkan felaketlere baktığımızda ise yaşanan bu olaylara karşı hiçbir şey yapılamayacağı gibi topluma bilimdışı bir çözümsüzlük dayatılmaktadır. Defalarca tekrarlanan kar felaketleri, su baskınları, heyelanlar, tren kazaları, cinayet niteliğine dönüşen trafik kazaları, banka faciaları, devalüasyonlarla etkilerini gösteren ekonomik depremler vb.....

Her açıdan günlük yaşamımızın bir parçası haline getirilmektedir. Duruma bakıldığında devletin ve yerel yönetimlerin başında bulunanlar açısından bu olayların suçluları bellidir. Depremde, Veli Göçer türü müteahhitler, kar felaketlerinde yola çıkan sürücü ve yayalar, tren kazalarında kurallara uymayan makinistler, banka facialarında birkaç sıradan holding yöneticisi, sel felaketlerinde ise evini dere yatağına yapan vatandaş. İşin sorumluluk merkezinde bulunan, her türlü planlamayı ve uygulamayı yapan, kamu adına denetimi gerçekleştiren kurumlar ve kişiler, bu olaylarda hiçbir sorumluluğu olmayan gayet başarılı yöneticiler olarak kamuoyunda boy göstermektedir.

Önceden önlem almak bir bilimsel kültür ve bilimsel eğitim meselesidir. Bilim insanının rolü bu anlamda çok daha önemli hale gelmiştir. Bilimin tanımı gereği, bilinmeyeni araştırmak ve açıklamak, sonuçlarını anlaşılır şekilde kamuya ve halka anlatmak, dolayısıyla günlük yaşamın bir parçası yapmaktır. Bu misyon içinde bilim insanın daha doğru tanımıyla aydınların öncülük yapması gerekli hale gelmiştir. Deprem ve diğer afetlerde temel sorun bilime ve mühendislik kurallarına uyulmadan yerleşime açılan yaşam alanlarıdır. Yani yaşanan büyük felaketler ve riskler yine insan eliyle oluşturulmaktadır.

Bugüne değin yaşanan felaketlere baktığımızda uygulamaların denetiminde görevli olan mühendislerin, mimarların ve şehir plancılarının görevlerini yeterince yapamadıkları söylenebilir. Bu mühendis, mimar ve şehir plancılarını yetiştiren üniversitelerimizin de bu anlamda bir özeleştiri yapması kaçınılmaz olmaktadır. Genel anlamda bakıldığında, afetinden ekonomisine, sağlığından sporuna ve siyasetine, ülkemizde istenen başarı düzeyine bir türlü ulaşılamamaktadır. Ülkelerin geleceklerinde belirleyici olan entelektüel ve aydın birikimi mi yetersizdir? Bu sorunun yanıtını her türlü kaygıdan uzak, açık biçimde vermek için bu konu üzerine kafa yorulması ülkemizin geleceği için hayati önem taşımaktadır. Bu bir süreç ve yeni bir eğitim anlayışını hayata geçirme sorunudur. Kuşkusuz eldeki olanakları en iyi bir şekilde planlayarak kullanma çabalarına devam edilmeli, mücadele tüm aktörlerin gerçek katılımlarıyla sürdürülmelidir.

Geçen beş yıllık süreye bakıldığında, mühendislik açısından istenilen düzeye varılamamıştır, Marmara ve çevresindeki yerleşim bölgelerinde başta okul hastane ve diğer stratejik yapıların mühendislik ölçütlerine uygun biçimde durumları belirlenememiştir. Onarımların olmazsa olmaz olan mühendislik koşulları, uygulanması zorunlu kurallar haline getirilememiştir. Afet Yönetimi ile ilgili önemli gelişmeler sağlanmasına karşın, eşgüdüm ve sivil toplum örgütlerinin planlamalar içine katılımında istenilen düzeye varılamamıştır. Marmara ve özellikle depremi daha etkili yaşayan yörelerde ciddi psikolojik sorunlar yaşanmaktadır. Bu konuda etkili bir planlama ve kurumlar arası işbirliği sağlanamamıştır. Bu konu gelecek nesilleri yakından ilgilendiren bir öneme sahiptir.

Türkiye geneline bakıldığında, özellikle yakın tehlike içinde olan Doğu Anadolu Fay Zonu ve çevresinde ciddi önlemler alınmamıştır, 17 Ağustos Gölcük ve 12 Kasım Düzce depremlerinde kazanılan deneyimler ve teknik bilgiler bu yörelere taşınamamıştır. Bu durum, yörenin özelliklerinden dolayı, bir afet sırasında ciddi sosyal sorunlarda yaratabilecek potansiyele sahiptir.

Son yıllar içinde, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından getirilen “İmar ve Şehirleşme Kanunu Tasarısı Taslağı” planlama esasına dayalı yeni bir yaklaşımı içermektedir, Türk Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) olarak bu girişimi olumlu bularak çalışmalara katkı konulmuştur. Var olan yapı stokunu iyileştirmek amacıyla yine Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından getirilen “Kentsel Dönüşüm Tasarısı Taslağı” önemli yasal gelişmeler olarak kabul edilebilir. TMMOB olarak, iki tasarının birleştirilmesi istemi ve imar affı anlamına gelecek yaklaşımlardan kaçınılması belirtilerek çalışmalara katkı konulmuştur. TMMOB’nin önceden belirttiği gibi işlemez hale gelen Yapı Denetimi Yasası yeniden gözden geçirilmektedir. Depremzede derneklerinin verdiği mücadele sonucunda zaman aşımı konusunda mahkemelerin verdikleri kararlar olumlu gelişmelerdir. Bina onarımları açısından apartman yönetimlerinde yaşanan hukuksal kargaşa Yargıtay 4. Dairesi tarafından verilen kararla çözülmüş görünmektedir. Onarılması gerektiği bilirkişi raporlarıyla belirlenen binalarda yapılacak giderlere kat maliklerini katılması gereği karar altına alınmıştır. Bunlara karşın, genel afet mevzuatını kapsayacak düzenlemeler yasa düzeyinde gerçekleştirilememiştir.

Fakat bunca felakete, uyarıya ve ortaya çıkan bilimsel çalışmalara karşın Türkiye’nin henüz üzerinde uzlaşılmış ve toplumsal mutakabatı sağlanmış deprem stratejisi yoktur. Deprem gerçekliğini anlama ve buna göre gereken önlemleri almak için önce sorunu algılama, sonrasında da çözüm bulma konusunda kararlı olmayı gerektirmektedir. Depremin bir doğa olayı ve merkezinde insan yaşamı olduğunu anlamak gerekir. Bu ülkenin insanları, özellikle 1950’li yıllardan sonra uygulanan politikalarla günü birlik yaşayan, bireyci ve arabesk kültürü içeren yaşam tarzıyla karşı karşıya bırakılmışlardır. Bu durumun ortaya çıkmasında en büyük sorumluluk aydınlarımızındır. Bu nedenle, “Ülkelerin geleceklerinde belirleyici olan aydın birikimimiz mi yetersiz?” sorusunun yanıtı bulunmadan köklü çözümlere ulaşmak mümkün gözükmemektedir.

Acil olarak yapılması gereken, siyasi erkin iradesini ortaya koyması, üniversiteleri, meslek odalarını, sivil toplum örgütlerini ve ilgili diğer aktörleri bir masa etrafında toplayarak uygulanabilir planlama ve örgütlenmeleri yaparak harekete geçirmesidir. Ülkemizin mühendisleri, mimarları ve şehir plancıları bunları başarabilecek teknik beceri, bilgi birikimi ve deneyime sahiptir. Bunun farkında olmak gerekir. Tek olmayan şey ise ortak akıldır.

*İstanbul Üniversitesi İşletme
Fakültesi Dr.Öğretim Üyesi