Erdoğan-AKP iktidarı 20 yıla yaklaşan yönetimine karşın, kendi rejimini, islamcı ilkelere dayalı bir siyasal ve toplumsal bir düzeni tam olarak kuramamış olmanın sıkıntısını yaşıyor. Bu nedenle, Cumhuriyetin 100. yılına denk gelen 2023 tarihi, bu “ideolojik” hedefe ulaşmanın sembolik ve anlamlı bir dönemeci olarak görülüyor. Bu yılda atılacak adım, birçok islamcı “kanaat önderi” tarafından bir tür rövanş yılı, bir intikam hamlesi olarak değerlendiriliyor.

İşte bu nedenle Cumhurbaşkanlığı makamını da elinde tutan AKP lideri Tayyip Erdoğan, birden bire yeni bir anayasa yapılması gerektiğini belirterek ve konuda tartışma başlattı. Yeni anayasanın yapılma ya da yürürlüğe girime yılı olarak da 2023’ü işaret etti. Yeni anayasanın nasıl olacağına ilişkin bir de ipucu verdi. Cumhuriyetin kuruluş sürecinin ilk anayasası olan 1921 yılında çıkarılan “Teşkilatı Esasiye Kanunu” nun örnek alınabileceğini belirtti.

Daha da önemlisi; 11 Şubat tarihili Hürriyet gazetesinde yayımlanan Abdülkadir Selvi’nin yazısına bakılırsa, bunun, “Yeniden Kuruluş Anayasası” olacağını da ilan etti. AKP Grup Başkan Vekili Cahit Özkan da girişimin, “Yeniden Kuruluş Anayasası” olacağını, yine 12 Şubat tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan söyleşi ile doğruladı. Yeniden kuruluş için öncekinin yıkılması gerektiği açıktı.

Böylece, siyasal islamcı hareket, bir burjuva demokratik devriminin sonucu olarak kurulan, bütün kusurlarına karşın, laik ve aydınlanmacı bir karaktere sahip olan 1923 Cumhuriyetini sonlandıracaklarını ve yeni bir devlet kuracaklarını da en yetkili ağızdan ilk kez ve doğrudan açıklamış oldu.

Erdoğan’ın, 1921 Anayası’nı örnek alacaklarını belirtmiş olması da önem taşıyor. Çünkü, böylece hem mevcut devlet ve rejimle yanltıcı bir süreklilik bağ kuruluyor hem de 1921 Anayası’nın 2. Maddesi’nde belirtilen “Devleti dini İslamdır” hükmünün yeni anayasaya konulması için bir meşruiyet zemini yaratılmak isteniyordu.

Oysa, 1921 Anayasası, bir geçiş anayasası niteliğindedir. Çünkü, bu nayasanın yapıldığı zaman, henüz ulusal kurtuluş savaşının ilk yıllarıdır. Bu mücadelenin nasıl sonuçlanacağı belli olmadığı gibi, Hilafet ve Saltanat da tasfiye edilmemiştir. Bu nedenle, “Teşkilatı Esasiye Kanunu”nda devletin dininin İslam olduğunun belirtilmesinden daha doğal bir durum yoktur.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren filen ve sert şekilde uygulanan laiklik ilkesi, ancak “inkilabın yerleştiği” varsayılan 1937 yılında anayasaya girecek, “devletin dininin olamayacağı” anlayışı resmen benimsenerek, devletin değiştirilemez niteliklerinden biri sayılacaktı.

İÇ VE DIŞ DİNAMİKLER UYGUN MU?

Selvi’nin söz konusu yazısında belirtiğine göre, Erdoğan, “Yeniden Kuruluş Anayası” için iç ve dış koşulların artık uygun olduğu görüşündedir. Erdoğan’a göre, içeride muhalefet etkisizleştirilmiş, devlet içindeki direniş kırılmış, “vesayet odakları” bastırılmış ve ülkede yeni bir anayasa yapılması için –ki buna “sivil anayasa” da diyor- koşullar olgunlaşmıştır. AKP liderine göre, dış dünya da (özellikle Batı) böyle bir gelişmeye müdahale edecek durumda değildir. Onlarla ekonomik ve ticari ilişkiler sürdürüldüğü taktirde bu gelişmeyle ilgilenmeyecekleri gibi, AKP yönetimindeki Türkiye, kendi egemenlik alanını genişletmiş ve dış müdahalelerden etkilenmeyecek, daha güçlü bir yapılanmayı gerçekleştirmiştir.

Erdoğan’ın her iki değerlendirmesi de doğru değildir ve gerçek durumla bir ilgisi yoktur. Çünkü, AKP’yi iktidara getiren iç ve dış dinamikler tümüyle değişmiş ve Erdoğan yönetiminin aleyhinde bir nitelik kazanmıştır. AKP’yi iktidara getiren ABD ve Batı, Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak için geliştirdikleri “ılımcı islam” projesinden ve BOP’dan vazgeçmiş, siyasal islamcı hareket bütün dünyada yüz kızartıcı bir iflasa sürüklenmiştir. Dahası, Batı, öngörülemez, tutarsız ve yetersiz bir islamcı iktidarı, bütün kirli işlerini gördürdükten sonra, artık işe yaramaz ve kendi çıkarlarının önünde bir engel olarak görmektedir. Ayrıca, AKP iktidarının, Batı uygarlığının güvenliğini tehdit eden radikal islamcı hareketleri güçlendirici bir etkisinin olduğu düşünülmektedir.

İç dinamiklere gelince... AKP, iktidara geldiği 2002 yılında uzlaştığı bütün güçlerle yollarını ayırmış, dahası söz konusu kesim ve sınıflarla çatışmaya başlamıştır. Bunun nedeni, artık kendi ajandasını (dar ideolojik programını) uygulamaya girişmesidir. Özellikle 2007 yılından itibaren kendi sermaye sınfını yaratmaya, böylece kuracağı rejimi güvence altına almaya çalışan Erdoğan-AKP iktidarı, örneği görülmemiş bir talan ve yağma düzeninin oluşmasına yol açmış, bu durum toplumda yoksulluk ve sefaleti artırdığı gibi, İstanbul burjuvazisini de tedirgin etmeye başlamıştır.

AKP iktidarına bütün ayıplı işlerini yaptıran ve bu nedenle laik kurumları aşındırmasına da göz yuman “cumhuriyet burjuvazisi” koyduğu mesafeyi açmaya başlamıştır. İslamcı hareket, emekçilerle kavgalıdır, esnaf ve çifçilerle de saçsaça başbaşadır.. Aleviler ve Kürtlerle çatışma halindedir. Cumhuriyetçilerle hasımdır. Cami cemaatinin bütününe bile hakim olmadığı gibi, önemli bir bölümüyle sorunludur.

Bu anlamda AKP iktidarı, aslında hiç olmadığı kadar yanlız ve güçsüz durumdadır. Bütün gücünü, muhalefetin dağınıklığı, cesaretsizliği ve programsızlığı ile devleti elinde tutmaktan almaktadır. Erdoğan-AKP iktidarı, deyim uygunsa bir “suni denge” üzeinde durmaktadır.

KADER ANLARINDA KARARSIZ OLANLARIN GELECEĞİ YOKTUR

Yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığım güncel koşullar altında Türkiye, hızla yeni bir hesaplaşma eşiğine doğru sürükleniyor. İktidar tarafından toplum bütün ilerici kazanımlarını terk etmeye zorlanıyor. Ülke, bilgisiz ve görgüsüz bir siyasal kadronun, kasaba yobazlığının tacizi altında bunalıyor. Çünkü İslamcı hareket, yakaladığı tarihsel fırsatı kaçırmak istemiyor. Son bir hamle ile geri dönüş çizgisini aşarak kendi rejimini kurmayı hedefliyor.

Ülknin böyle bir tarihsel kavşağa gelmesi kaçınılmazdı. Çünkü, Türkiye geçen yüz yılda yarım bıraktığı bir hesaplaşmayı tamamlamak zorundaydı. Dinci gericilikle hesaplaşmasını bitirememiş, dinin eleştirisini tamamlayamamış hiçbir toplumun gerçek anlamda modernleşmesi ve aydınlanması, bu anlamda demokratikleşmesi ve kapitalizmin kültürel zeminini oluşturması mümkün değildi.

Modern bir ulus devletin ve kapitelizmin yoluna böyle bir yükle devam etmesi ise imkansızdır. Eğer Türkiye bu hesaplaşmayı tamamlayamaz ve bu yükten kurtulamazsa, hibrit bir rejime ve topluma dönüşerek –ki bu dönüşüm aslında bir ölçüde gerçekleşmiştir- bütünüyle çağından kopacak, en iyi olasılıkla “Pakistanlaşan” bir ülke olacaktır.

Bu bakımdan, önümüzde siyasal ve toplumsal bakımından sert, çatışmalı bir süreç bulunuyor. Öncelikle belirtelim ki, eğer geriği yapılırsa, doğru bir siyasal mücadele hattı kurulabilirse siyasal islamcı hareketin bir başarı şansı bulunmuyor. Büyük bedeller ödense de toplumun Arap-Selefi yobazlığına teslim olması imkansız görünüyor.

Durum, Karl Marx’ın 1853’ten itibaren New York Daily Tribune gazetesine Doğu Sorunu" hakkında yazdığı, Osmanlı toplumundaki modernleşme ve reform girişimleri ile Osmanlı-Rus savaşları konusundaki makalelerinde analiz ettiği duruma benziyor. Rus gericiliği ve Avrupanın sömürgeci saldırganlığına karşı Osmanlı-Türk modernleşme girişimini destekleyen Marx, Osmanlı devrimci-demokratlarından öncelikle “Code Civil”i yani Anayasayı (ve Medeni Kanunu) çıkarmasını öneriyor. Çünkü, modern sınıfların doğuşunu hazırlayacak böyle bir anayasal düzenleme, Osmanlı ülkesini hızla Batılı ülkelerin seviyesine yaklaştıracaktır.

Devrimci demokratların Sultan (Abdülhamit) karşısındaki ikircikli tutumuna dikkat çeken Marx, Mithat Paşayı destekliyor ve onu cesaretlendirecek önerilerde bulunuyor. Marx, toplumların kaderinin belirlendiği büyük tarihsel dönemeçlerde, ulusuna önderlik edemeyen liderler ve siyasal hareketlerin, o ulusların geleceklerinde de rollerinin olmayacağını belirtiyor. (Bkz. Marx-Engels, Doğu Sorunu /Türkiye, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, S.120-200 arasındaki makaleler)

Nitekim tarihin seyri Marx’ı doğruluyor ve onun belirttiği yönde gelişiyor, 1876’da çıkarılan Kanuni Esasi (Esas Kanun / Anayasa) eşit yurttaşlık ve medeni hukuk düzeni konusunda büyük bir ileri adım oluşturmasına karşın, Jöntürklerin (Yeni Osmanlılar) radikal adımlar atmaktaki tereddütleri nedeniyle başarılı olamıyor. Abdülhamit 1877 yılında Meclisi Mebusan’ı kapatıyor, reformcu Sadrazam Mithat Paşayı önce Yıldız Sarayı’nın bahçesine kurduğu uyduruk çadır mahkemesinde yargılayarak Taife sürgüne gönderiyor, sonra da orada cellatlara boğduruyor. Osmanlı reformcularının ülkenin kader anında ona gereğince önderlik edip, tarihin çağrısa uygun bir mücadeleyi geliştirememeleri, 33 yıllık karanlık ve despotik bir döneme girilmesine yol açıyor.

İşte bu nedenle “Ya İstibdat Ya Hürriyet” sloganı alabildiğine günceldir. Mithat Paşa üslubu ve yöntemi ile mevcut iktidara muhalefet edilemeyeceği gibi, insanlığın ilerici birikimini ve Cumhuriyetin kazanımlarını böyle bir anlayışla korumak da mümkün değildir. Bu anlayışın sonu Taif gibi trajik bir şekilde bitmese de karalık bir geleceğinin olması kaçınılmazdır. İkinci bir Abdülhamit rejimi (İstibdat) felaketine izin verilmemelidir.